29 Ocak 2011 Cumartesi

Türk Adı ve manası...

TÜRK ADI
Türk Milleti'nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. "Türk" sözü tarihin en eski çağlarından beri kullanılıyordu ve belirli bir kavmin yada kavimler birliğinin adı olarak mevcuttu.
Türkler'in köklü ve çok zengin bir tarihe ve kültüre sahip olması nedeniyle birçok bilim adamı "Türk" adının nereden geldiği hakkında araştırmalar yapmış, bu araştırmalar neticeside Türk adı ilk defa MÖ. XIV. yy'da "Tik" vveya "Tikler" adıyla geçmeye başlamıştır. Diğer bir görüşe göre ise Türk adı MÖ. XIV. yy'dan öncede varolduğudur. Zira Türk ırkının tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu gerçeği kavmi ve milli mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izaheden eski kayıtlarda görmek mümkün olmaktadır.
Türk ırkının çok eski olması nedeniyle Türk adının nerden geldiği hakkında birçok iddia ve görüşler ileriye sürmüşlerdir. Buna göre,
-Heredotos'un doğıu kavimleri arasında zikrettiği TARGİTAB'lar.
-İskit topraklarında doğdukları söylenen TYRKAE'ler
-Tevratta adı geçen Togarma'lar.
-Eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen TURUKHA'lar veya THRAK'lar
-Esiki Ön Asya çivili metinleride görülen TURUKKU'lar.
-Çin Kaynaklarında MÖ. I.yy'da rol oynadıkları belirtilen TİK veya Dİ'ler
Bizzat "Türk" adını taşıyab Türk kavimleri olarak gösterilmektedir.
İslam kaynaklarında yer alan İran menşeli "Zend - Avesta" rivayetleri ile İsrail menşeli "Tevrat" rivatetleride Nuh Peygamber'in torunu olan Yafes'in oğlu "Türk" ile İran rivayetlerideki Feridun'un oğlu "Türac" vveya "Tur"un soyu türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir.
"Avesta"da yer alan "Ebül Beşer"den (1) ,Cemil ve oğu Ferdiun'dan bahsedilmektedir. "Ferdidun ülkesi Salm, Irak ve Turak (Türk) ismindeki üç oğlu arasında pay etmiştir. Salma!a bugünkü İran ve havalisi, Irak'a bugünkü Irak ve havalisi ,Turak'a ise Orta Asya ve Çin havvalisi düşmüştür. Feridun ölünce Irak, Salm'a saldırarak İran ve havalisini almış,dahasonra Turak'a saldırmıştır.
Irak, Turak'ı yenememiş, savaş bunların torunlarına uzanan dek senelerce sürmüştür. Sonunda Turak'ın torunu "Afrasyap"(2) Irak torunun "Muncihir"i mağlup ederek Ceyhun nehri sınır kabul edilen bir anlaşma yapmıştır. Bu tarihten sonra ceyhun nehri doğusunda "TURAN", batısına da "İRAN" denmiştir.
Tevrat rivayetleride ise Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiş.Yafes'e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş,Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan "TÜRK" e bırakmıştır.
Görülmektedirki Hz. Adem devrina yakın zamanlarda Turak(Türk)'den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk Başbuğunndan ve Saka İmparatorluğu Kağa'nından bahsedilmektedir. Yukarıda mitoloji ve tarihi kayıtlar içerisinde yer alan "Türk" kelimeleriden ,Türk adının nekadar eski olduğu ortyaya çıkmaktadır.
MÖ XIV. yy'da yer alna "Tik"ler ile dünyada mevcut olan medeniyetlerin en eskisi olan MÖ. VII. yy. da Orta Asya'da kurulan "Anav" medeniyeti de Türkler tarafından kurulmuştu. O halde Türkler MÖ. XIV. yy'da Tik'ler , MÖ. VII. yy'da Anavlar ,MÖ IV yy'da Sakalr ile tarih kayıtlarında yer almaktadır.
Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide "Tu-Kiu" şeklinde görülmektedir.
MÖ. I yy'da Roma'lı yazarlardan biri olan Pompeius Meala'nın Azak Denizi kuzeyinde yaşayan halktan "Turcae" olarak bahsetmesi ile ilk defa yazılı olarak karşılaşıyoruz.
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy'da kurulan Kök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitablerinde yer alan "Türk" adı daha çok "Türük" şeklide gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti'nin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Kök-Türk imparatorluğu olduğu bilinmektedir. Kök-Türkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken,sonrada Türk millietini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
MS. 585 yılında Çin İmparatoru'nun KÖK-TÜRK Kağanı İşbara'ya yazdığı mektupta"Büyük Türk Kağanı" diye hitap etmesi, İşbara Kağan'ın ise Çin İmparatoruna vverdiği cevabi mektupta "Türk Devleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti" hitapları Türk adını resmileştirmiştir.
Kök-Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok "Türk Budun" şeklide geçmektedir. Türk Budun'un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade ,siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Türk'ün Manası

Türk adına çeşitli kaynak ve araştırmalarda türlü manalar verilmiştir. Çin kaynakları Tu-küe (Türk)'ü miğfer olarak , İslam kaynakları ise ses benzetmesine dayanarak terkedilmiş,olgunlukçağı ve benzeri manalar vererek yeni anlamlar üretmiştir.
XIX. asırda A. Vambery'nin ilmi izaha yakın olan fikrine göre ise Türk kelimesi "TÜREMEK"ten gelmektedir. Zira Gökalp bunu "TÜRELİ" yani kanun ve nizam sahibi olarak açıklamıştır.
Ancak Türk sözünün cins isim olarak "GÜÇ-KUVVET" manasında olduğu, buradaki Türk kelimesinin milletin adı olan "Türk" kelimesi ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüştür. Bu iddia Kök-Türk kitabelerinin çözücüsü olan V. Thomsen tarafından kabul edilmiş,aynı iddia G. Nemeth'in tetkikleri ile de ispat edilmiştir.
Ayrıca Türk kelimesinin cins isim olarak "ALTAYLI" (Ceyhu ötesi Turanlı) kavimlerini ifade etmek üzere 420 yıllarına ait bir Pers metninde,daha sonradan 515 hadiseleri dolayısıyla "Türk-Hun"(Kudretli-Hun) tabirleride geçtiği bilinmektedir.
İran kaynaklarında Türk sözü "Güzel İnsan" karşılığında kullanılırken, XI. yy'da Kaşkarlı Mahmut "Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini " belirterek,"Gençlik,kuvvet,kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin "Güçlü-Kuvvetli" anlamına geldiğini kabul etmektedirler.

TÜRKLERİN YARATILIŞ EFSANESİ- efsaneye göre TÜRK’ün anlamı



Her seyin sahibi olan Tanri bir gun yukarida mavi gokleri yaratti. Sonra bu muazzam uzay bosluguna dunyayi yerlestirdi. Once gogu sonra yagiz yeri yaratmisti. Butun bunlara ragmen eksik olan birsey vardi. Bu yaratmis oldugu dunyaya oyle birsey eklemelidir ki, hem kendisinin yarattiklarinin en ustun varligi, hem de yarattigi dunyanin bir anlami ve onemi olmaliydi. Boylece ‘yukarida mavi gok,asagida yagiz gok olunmus, ikisinin arasinda da insanoglu yaratilmistir.’ Yuce tanri insanlari yarattiktan sonra onlari cesitli irklara ve kabilelere boldu. O, insanlarin bu sekilde bir birlerini tanimalarini ve karismalarini istiyordu. Binlerce yil gectikten sonra yeni yeni seyler ogrendi. Yasadigi cografya ve iklim sartlarina gore farkli ozellikler kazandi. Irklar zamanla birbirlerinden ayirt edilmek icin cesitli adlar almaya basladi. Bunlarin icinde birisi vardir ki o zamana kadar yaratilmis olan hicbir irka,hicbir soya benzemiyordu. Yuce tanri bunlara baska irklara bahsetmedigi meziyetler,hunerler bahsetti. Bu irk,dunyanin en savasci,adaletli,ahlakli ve durust irkiydi. Yuce tanri bunlara gucsuzlerin ve haklilarin yaninda olmayi,adaletin ve duzenin koruyuculari olmayi,hem de zalimlerin ve adalet dusmanlarinin dusmani olmalarini emretmisti. Bu irkin basina yukaridaki sifatlari tasiyan ve kendisi tarafindan ‘kutlanan’birini kagan yapmisti. Herkes ona sartsiz itaat ediyordu. Tanri adaletini bozdugu icin birilerine kizdiginda, bu kagan ordusuyla onlarin uzerine saldirirdi. Bu kaganin adi ise ‘TÜRK’ idi. Turk ‘guc,kuvvet’,’erdem ve olgunluk’demekti. Onun soyundan gelen kisilere ve ona gonulden baglananlara daha sonra bu ozelliklerinden dolayi ‘TÜRK’ denildi.


aciklama; Turklerin yaratilis efsanelerinin arkasindan yine bu efsaneyi tamamlayan meshur ‘Ergenekon’ efsanesi (Cin kaynaklarindaki sekli bozkurt, Secere-i Turk’te ‘ergenekon’ destani)gelmektedir. Bu efsanenin kaynagi aslinda Orta Asya Turk tarihinin orjinal kaynaklari durumunda olan Cin kaynaklardir.

kaynak: varis cakan,orta asya turk tarihinin kaynaklari

&

Arap kaynaklarından Mücmelü t Tevarih’de Türklerin Nesepleri*

Nuh peygamber Tufan dan sonra yeryuzunu cocuklari arasinda paylastirinca, Arabistan, Irak ve Yemen’i Sam’a ; Misir, Yunanistan, Kibt, Nabat Berber Ulkeleri, Hindistan ve Zingibar’i Ham’a verdigi gibi Ceyhun tarafinin hepsini Yafes’e verdi. Bu topraklarin insanlari soylarini bunlarsan aldilar. Yafes ‘in yedi oglu vardi. Bunlardan ikincisinin adi ‘türk’ idi. Turk edepli, ahlakli ve dogru kalpli idi. O doguyu dolastiktan sonra bir yer buldu. Bu yerin adi ‘sükük’ idi. Turkce’de ‘sügük’ derler.burada kucuk bir deniz, sicak su, cok cesmeler vardi. Bunlarin yakininda cok otlu, hos sulari bulunan bir dag bulunuyordu. Turk rabbine sukrettikten sonra o yere yerlesti. Yafes’in ogullari arasinda Turk ve Hazar cok akilli idiler. Oteki ogullarinda hic hayir yoktu.


*Nesep, soy ilmi Araplar arasında çok önemli olup, her Arap kendi aslına ve nesline çok önem verirdi. Sülalesini kuşaktan kuşağa, hal tercümeleri ile ezberletip, çocuk ve torunlarına öğretirlerdi.


kaynak: r.sesen, islam cog. gore turkler ve turk ulkeleri

Türk Devletleri'nin Kuruluş ve Yıkılış Tarihleri

Büyük Türk Devletleri

Büyük Hun İmparatorluğu/M.Ö. 4. asır - M.S. 48
Avrupa (Batı) Hun İmparatorluğu/374-496
Ak Hun (Eftalit) İmparatorluğu/4. asır sonları - 577
Birinci Göktrük İmpararorluğu/552-582
Doğu Göktürk İmparatorluğu/582-630
Batı Göktürk İmparatorluğu/582-630
İkinci Göktürk İmparatorluğu/681-744
Uygur İmparatorluğu/744-840
Avrupa Avar İmparatorluğu/6. asır - 805
Hazar İmparatorluğu/7. asır - 965
Karahanlılar Devleti/840-1042
Gazneliler Devleti/962-1187
Büyük Selçuklu Devleti/1038-1194
Harezmşahlar Devleti/1097-1231
Osmanlı Devleti/1299-1922
Timurlular Devleti/1370-1506
Bâbürlüler (Gürgâniyye) Devleti/1526-1858


Devletler

Kuzey Hun Devleti/48-156
Güney Hun Devleti/48-216
Birinci Chao Hun Devleti/304-329
İkinci Chao Hun Devleti/328-352
Hsia Hun Devleti/407-431
Kuzey Liang Hun Devleti/401-439
Lov-lan Hun Devleti/442-460
Tabgaç Devleti/386-557
Doğu Tabgaç Devleti/534-557
Batı Tabgaç Devleti/534-557
Doğu Türkistan Uygur Devleti/911-1368
Liang Şa-t'o Türk Devleti/907-923
Tana Şa-t'o Türk Devleti/923-936
Tsin Şa-t'o Türk Devleti/937-946
Kan-çou Uygur Devleti/905-1226
Türgiş Devleti/717-766
Karluk Devleti/766-1215
Kırgız Devleti/840-1207
Sabar Devleti/5. asır - 7. asır arası
Dokuz Oğuz Devleti/5. asır sonu - 6. asır sonu
Otuz Oğuz Devleti/5. asır sonu - 6. asır sonu
Basar-Alan Türk Devleti/1380-?
Doğu Karahanlı Devleti/1042-1211
Batı Karahanlı Devleti/1042-1212
Fergana Karahanlı Devleti/1042-1212
Oğuz-Yabgu Devleti/10. asrın ilk yarısı - 1000
Suriye Selçuklu Devleti/1092-1117
Kirman Selçuklu Devleti/1092-1307
Türkiye Selçuklu Devleti/1092-1307
Irak Selçuklu Devleti/1157-1194
Eyyubîler Devleti/1171-1348
Delhi Türk Sultanlığı/1206-1413
Mısır Memlûk Devleti/1250-1517
Karakoyunlu Devleti/1380-1469
Akkoyunlu Devleti/1350-1502

Beylikler

Tulûnlular/868-905
İhşidîler/935-969
İzmir Beyliği/1081-1098
Dilmaçoğulları Beyliği/1085-1192
Danişmendli Beyliği/1092-1178
Saltuklu Beyliği/1092-1202
Ahlatşahlar Beyliği/1100-1207
Artuklu Beyliği/1102-1408
İnaloğulları Beyliği/1098-1183
Mengüçlü Beyliği/1072-1277
Erbil Beyliği/1146-1232
Çobanoğulları Beyliği/1227-1309
Karamanoğulları Beyliği/1256-1483
İnançoğulları Beyliği/1261-1368
Sâhib Atâoğulları Beyliği/1275-1342
Pervâneoğulları Beyliği/1277-1322
Menteşeoğulları Beyliği/1280-1424
Candaroğulları Beyliği/1299-1462
Karesioğulları Beyliği/1297-1360
Germiyanoğulları Beyliği/1300-1423
Hamidoğulları Beyliği/1301-1423
Saruhanoğulları Beyliği/1302-1410
Aydınoğulları Beyliği/1308-1426
Tekeoğulları Beyliği/1321-1390
Eretna Beyliği/1335-1381
Dulkadıroğulları Beyliği/1339-1521
Ramazanoğulları Beyliği/1325-1608
Doburca Türk Beyliği/1354-1417
Kadı Burhaneddin Ahmed Devleti/1381-1398
Eşrefoğulları Beyliği/13. asır ortaları - 1326
Berçemeoğulları Beyliği/12. asır
Yarluklular Beyliği/12. asır

Atabeylikler

Böriler/1117-1154
Zengîler/1127-1259
İl-Denizliler/1146-1225
Salgurlular/1147-1284

Hanlıklar

Büyük Bulgarya Hanlığı/630-665
İtil (Volga) Bulgar Hanlığı/665-1391
Tuna Bulgar Hanlığı/981-864
Peçenek Hanlığı/860-1091
Uz Hanlığı/860-1068
Kuman-Kıpçak Hanlığı/9. asır - 13. asır
Özbek Hanlığı/1428-1599
Kazan Hanlığı/1437-1552
Kırım Hanlığı/1440-1475
Kasım Hanlığı/1445-1552
Astrahan Hanlığı/1466-1554
Hive Hanlığı/1512-1920
Sibir Hanlığı/1556-1600
Buhara Hanlığı/1599-1785
Kaşgar-Tufan Hanlığı/15. asır başları - 1877
Hokand Hanlığı/1710-1876
Türkmenistan Hanlığı/1860-1885

Cumhuriyetler

Âzebaycan Cumhuriyeti/1918-1920
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-I/31 Ağustos 1913
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-II/1915-1917
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-III/1920-1923
Türkiye Cumhuriyeti/1923-...
Hatay Cumhuriyeti/1938-1939
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti/1983-...
Âzerbaycan Cumhuriyeti/1991-...
Kazakistan Cumhuriyeti/1991-...
Kırgızistan Cumhuriyeti/1991-...
Tacikistan Cumhuriyeti/1991-...
Özbekistan Cumhuriyeti/1991-...
Türkmenistan Cumhuriyeti/1991-...

TÜRK TARİHİNDE İLKLER

1) Türk tarihinde düzenli orduyu ilk defa METE HAN kurmuştur.
2) Orduların düzenlenmesinde 10'luk sistemi ilk defa METE HAN uygulamıştır.
3) Türklerin kurduğu ilk imparatorluk HUN İMPARATORLUĞUDUR.
4) Türk adını ilk defa devlet adı olarak GÖKTÜRKLER kullanmıştır.
5) Türk tarihiyle ilgili ilk belgeler ORHUN ABİDELERİDİR.
6) Türklerin göçebelikten yerleşik hayata geçmeleri ilk kez UYGURLAR döneminde olmuştur.
7) İlk matbaa UYGURLAR tarafından kullanılmıştır.
8 ) İlk Müslüman-Türk devleti KARAHANLILARDIR.
9) Türk- İslam eserlerini ilk defa KARAHANLILAR yapmışlardır.
10) Türkçeyi resmi dil olarak ilk defa KARAHANLILAR kabul etmişlerdir.
11) Türk mimarisnde kervansaraylar ilk defa KARAHANLILAR tarfından yapılmıştır.
12) Türk-İslam devletleri arasında SULTAN ünvanını ik kez GAZNELİ MAHMUT kullanmıştır.
13) Hindistan'da Müslümanlığı yaymaya çalışan ilk Türk hükümdarı GAZNELİ MAHMUT'TUR.
14) Türkler İslamiyete ilk defa TALAS SAVAŞI'ndan(751) sonra TOPLUCA girmeye başlamışlardır.
15) Müslüman ilk Türk boyları : KARLUK, YAĞMA ve ÇİĞİL' dir.
16) Mısır'da kurulan ilk Müslüman - Türk devletleri : TOLUNOĞULLARI ve İHŞİTLER 'dir.
17) Malazgirt savaşı'ndan sonra (1071) Anadolu'da kurulan ilk beylikler : SALTUKLAR, DANİŞMENTLER ve MENGÜCEKLER 'dir.
18) Anadolu' da ilk MEDRESEYİ DANİŞMENTLİLER kurmuştur.
19) İlk büyük Türk denizcisi EMİR ÇAKA BEY' dir.
20) Anadolu'da Türkçeyi ilk kez RESMİ DİL ilan eden KARAMANOĞLU MEHMET BEY'dir.
21) Büyük Selçuklular'ın Bizans'a karşı kazandığı ilk büyük başarı PASİNLER SAVAŞI (1048) dır.
22) Selçuklularda HASSA ORDUSU ilk defa TUĞRUL BEY zamanında, Gazneli ordusu örnek alınarak kurulmuştur.
23) Büyük Selçukluların ilk başkenti NİŞABUR' dur.
24) Büyük Selçuklularda ilk medrese TUĞRUL BEY tarafından, NİŞABUR 'da açılmıştır.
25) İlk defa İKTA SİSTEMİNİ Büyük Selçuklu veziri NİZAMÜLMÜLK kurmuştur.
26) Büyük selçuklu İmparatorluğu'nda ilk defa divan teşkilatı MELİK ŞAH ve vezir NİZAMÜLMÜLK tarafından kurulmuştur.
27) Anadolu'nun kapıları ilk kez MALAZGİRT ZAFERİ (1071) ile Türklere açılmıştır.
28) Anadolu selçuklu devleti'nin ilk başkenti İZNİK 'tir.
29) Miryakefalon Savaşı 'ndan sonra (1176) ilk kez Bizans, Türkleri Anadolu'dan çıkaramayacağını anlamıştır.
30) Anadolu Selöukluları'nda ilk tersane 1. İZZETTİN KEYKAVUS zamanında SİNOP'TA kurulmuştur.
31) Anadolu selçukluları'nda ilk altın parayı ALAADDİN KEYKUBAT bastırmıştır.
32) Anadolu Selçukluları'nda ilk donanma ALAADDİN KEYKUBAT zamanında kurulmuştur.
33) Anadolu TÜrk Birliği' ni ilk defa 1. MESUT KURMUŞTUR

TÜRK NE DEMEKTİR?



TÜRK NE DEMEKTİR

Türk Sözcüğü Dilbilimsel İrdelemesi

Türk sözcüğünün dilbilimsel irdelenmesinde, öncelikle Türkçe’nin bazı özelliklerine ve dilbilgisi kurallarına gereksinim vardır. Bu kural ve özellikler ışığında Türk sözcüğünün türü incelenilebilir
;
İlgili Dilbilgisi Kuralları :

1. Türkçe bir “ Kökdil “ dir. Türkçe tüm sözcükler kök sözcüklerden oluşur ve üretilir. Her ne kadar güncel dilde bazı kökler birkaç heceli olsa da kalık Türkçe de kökler tek hecelidir. Dilin en eski yapı taşları olan bu köklere özkök (Tek heceli kökler) diyebiliriz. Burada sözü geçen kökler özköktür.
2. Türkçe kök sözcükler anlamlıdır . Örneğin; koş, gel, su, o, kuş, öt, at, tut, vb. Kökü anlamsız olan sözcükler Türkçe değildir.
3. Hece bir solukta söylenen ses veya ses topluluğudur ve Türkçe de heceler bir, iki ve en çok üç seslidir. (Üç harflidir.) Bu kuralın dışında kalan sözcükler, Türk, Kürt, kurt, kork, vb. ya dönüşmüş kalık sözcükler ya da yaban sözcüklerdir . Bunların içinden Kalık Türkçe sözlerin bulunması için birer sözcük kazısına gereksinim vardır.
4. Türkçe kök sözcükler, eylem kökü ise emir kipinde bulunurlar. Örneğin; al, uç, dur, ver, vb.
5. Türkçe sözcükler aşağıda sıralanan üç biçimde sınıflandırılırlar;
Yalınç sözcükler ( Kök sözcükler ) . Örneğin ; koş, ver, ev, göz, kor, at, vb.
Türev sözcükler ( Kökten türemiş sözcükler ) Örneğin ; koşucu, vergi , evli, gözlük, vb.
Bileşik sözcükler ( iki sözcüğün bileşimden oluşan sözcükler.) Örneğin ; aktaş, gözlemevi, vb.
6. Türkçe sözcüklerde iki sessiz harf yan yana gelmez ( Ünlü düşmesi hali dışında ) . Yani Türkçe de iki sessiz harf aralarında bir sesli harf olmadan söylenemez. Örneğin ; tk , lm , cş , vb. bunlar ancak aralarına bir sesli harf gelince söylenebilir. Tok , lam , coş , vb. Bu kuralın dışında kalan alt, üst, kork, vb. Türkçe sözcükler ünlü düşmesine uğramıştır ve söylenmelerinde bu hissedilir.
Türk Sözcüğünün Türü
Bu bilgiler ışığında “Türk” sözcüğünün ne tür bir sözcük olduğu irdelenirse ;
1. Türk sözcüğü bir kök ( yalınç ) sözcük müdür? ; Türk sözcüğü dört sesli olduğu için bir kök sözcük olamaz. Çünkü Türkçe kökler anlamlıdır ve en çok üç seslidir, bu kuralın dışında kalan kök sözcükler de anlamlıdır.
2. Türk sözcüğü bir türev ( türetilmiş ) sözcük müdür? ; Türev sözcükler bir kök sözcüğün çeşitli ekler alması ile oluşur. Yani ilk heceleri bir yalınç sözcüktür. Türk sözcüğünün ilk hecesi “ tür “ dür. Tür sözcüğü üç sesli bir kök sözcüktür.
Tür :1- Çeşit ; 2-Ortak özellikleri olan bireylerin tümü ; 3- Kendi içinde bir birim olan ve üzerinde cins kavramının bulunduğu bir mantıksal kavram (TDK Sözlüğü6 ).
Tür sözcüğü ; ortak özelikleri olan bireyler topluluğunu özelikleriyle birlikte anlatan bir ad dır.
Türk sözcüğünün türev sözcük olması için tür sözcüğünün bir ek alması gerekir ki , burada tür – k eki almış olur. Bu ekin çekim eki olması beklenemez, dolayısıyla yapım eki olabilir ancak. “ k “ eki eylemden türetilmiş adıllarda vardır. Örneğin işle eyleminden “ işle – k “ adılı türemiştir. Ancak tür sözcüğü “r” ünsüzü ile bitiyor ve bir addır. Bu durumda Türk sözcüğünün bir türev sözcük olması söz konusu olamaz.
3. Türk sözcüğü bir bileşik sözcük müdür? ; Türk sözcüğünün , kök ve türev sözcük olmadığını belirlendiğine göre, eğer “ Türk “ sözcüğü öztürkçe ise geriye sadece bileşik sözcük olma olasılığı kalıyor. Türkçe de iki ayrı sözcüğün birleşerek oluşturduğu , yeni bir kavramı belirten sözcüğe bileşik sözcük denir.
Türk sözcüğünde k sesinin bir sözcük olmadığını biliyoruz. ( Tek sesli sözcükler ünlü harflerden oluşur, Örneğin ; o , a , e , u , vb. gibi. O halde “ tür – k “ de birinci sözcük “ tür ” ve ikinci sözcük ise ünlü düşmesine uğramış olan “ xk “ dır. Yani ikinci sözcük ilk harfi ünlü “x” olan iki harfli bir sözcüktür.
Bu noktada “x” k biçimindeki sözcüğü bulmak için Anadolu Türkçe’si dışında ki bazı lehçelere bakmak gereği doğuyor. Örneğin Tatarca da Türk sözcüğü “ Türük “ biçiminde yer alıyor ve bugünde böyle kullanılıyor. Türkçe lehçeler içinde en eski olanı Yakutça olarak bildiriliyor. Yakutça da Türk sözcüğü “ Türök “ biçiminde söyleniyor.
Bu durumda Türk sözcüğü ; “ Tür - ük “ ya da “ Tür - ök “ biçiminde olmalıdır. TDK 6 sözlüğünde ne ük ne de ök diye bir sözcüğe rastlanmıyor.
4. Dünbilim ( tarih bilimi ) yardımıyla ; Ök sözcüğü ve kavramı Kalıktürkçe { Öntürkçe , İlktürkçe, Prototürkçe 1 } nin en eski ve ilk sözcüklerinden, kavramlarından biridir. Gök , tanrı , geyik, keçi , boğa , Tanrının görüntüsü ( temsilcisi ) kağan, anlamlarına gelen bu sözcük , ÖK pictogaram ı ( Qarataw mağarası Qazaqistan ) yazılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kavramsal olarak ; evrensel (kozmosa dair) , Tanrısal, Tanrıya bağlı, Tanrı ( evren ) güvencesinde, evrene dayanan, evrenden gelen , varlık, olgu anlamına gelmektedir.
Asya da bu günden 16 bin yıl ile 8 bin yıl öncesine kadar yayılı çeşitli mağara yazıtlarında ortaya çıkmıştır. Okunuşu Kalıktürkçe de “ k “ sesi ve bu ses önünde gizli “ ö “ veya “ ü “ ile çeşitli Türkçe lehçelerde yer almaktadır.
Yazıtlarda “ tür-ök “ bir kültürel, toplumsal nitelik olarak kullanılmış, ırksal (soysal ) bir kavram olmamıştır. Bugün de kendini Türk olarak niteleyen toplulukların farklı ırklardan geldiği (sarı ırk, tunç derililer, beyaz ırk, vb.) antropolojide belirlenmiştir.
İrdeleme Sonucu
1. İrdemele sonucunda Türk sözcüğünün “ Tür - ök “ biçiminde bileşik bir sözcük olduğu ortaya çıkmaktadır.
Tür : İnsan topluluğu anlamındadır ve başına geldiği ök sözcüğünün adılı olmuştur.
Ök : Evrene (kozmosa, Tanrıya) inanan ( bağlanan, güvenen, dayanan, ondan gelen) insan.
2. Türk =Tür-ök : Ök-türü, Tanrıya ( Evrene ) bağlı ( inanan ) insan topluluğu ( türü ), anlamında bir öztürkçe addır.
3. Böylece , ” Türk = Evrene bağlı, Tanrı güvencesinde, insan topluluğu, toplulukları. “ anlamına gelen öztürkçe bir sözcük olmaktadır.
Bu irdeleme ile sözlük bilgisinde oluşan değişimler
Türk sözcüğünün dilbilimsel irdelemesi ile sözcüğe ilişkin sözlük bilgileri de değişmiş olmaktadır. Değişen sözlük bilgileri sözcüğün anlamı ve türü ile ilgilidir.
Türk Sözcüğünün Anlamı
Türk sözcüğü ; Evrene ( kozmos ) bağlı, tanrının güvencesinde, evrenden gelen, insan topluluğu, türü anlamına gelen, öztürkçe bir bileşik sözcüktür.
Türk nedir ?
Türk Milleti’nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. “Türk” sözü tarihin en eski çağlarından beri kullanılıyordu ve belirli bir kavmin yada kavimler birliğinin adı olarak mevcuttu.
Türkler’in köklü ve çok zengin bir tarihe ve kültüre sahip olması nedeniyle birçok bilim adamı “Türk” adının nereden geldiği hakkında araştırmalar yapmış, bu araştırmalar neticeside Türk adı ilk defa MÖ. XIV. yy’da “Tik” veya “Tikler” adıyla geçmeye başlamıştır.
Diğer bir görüşe göre ise Türk adı MÖ. XIV. yy’dan öncede var olduğudur. Zira Türk ırkının tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu gerçeği kavmi ve milli mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izah eden eski kayıtlarda görmek mümkün olmaktadır.

Türk ırkının çok eski olması nedeniyle Türk adının nerden geldiği hakkında birçok iddia ve görüşler ileriye sürmüşlerdir. Buna göre,

— Heredotos’un doğu kavimleri arasında zikrettiği TARGİTAB’lar.
— İskit topraklarında doğdukları söylenen TYRKAE’ler
— Tevratta adı geçen Togarma’lar.
— Eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen TURUKHA’lar veya THRAK’lar
— Eski Ön Asya çivili metinlerinde görülen TURUKKU’lar.
— Çin Kaynaklarında MÖ. I.yy’da rol oynadıkları belirtilen TİK veya Dİ’ler

Bizzat “Türk” adını taşıyan Türk kavimleri olarak gösterilmektedir.

İslam kaynaklarında yer alan İran menşeli “Zend - Avesta” rivayetleri ile İsrail menşeli “Tevrat” rivayetlerinde Nuh Peygamber’in torunu olan Yafes‘in oğlu “Türk” ile İran rivayetlerindeki Feridun’un oğlu “Türac” veya “Tur“un soyu Türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir.”Avesta”da yer alan “Ebül Beşer”den ,Cemil ve oğu Ferdiun’dan bahsedilmektedir. “Ferdidun ülkesi Salm, Irak ve Turak (Türk) ismindeki üç oğlu arasında pay etmiştir. Salma!a bugünkü İran ve havalisi, Irak’a bugünkü Irak ve havalisi ,Turak’a ise Orta Asya ve Çin havalisi düşmüştür. Feridun ölünce Irak, Salm’a saldırarak İran ve havalisini almış, daha sonra Turak’a saldırmıştır. Irak, Turak’ı yenememiş, savaş bunların torunlarına uzanan dek senelerce sürmüştür. Sonunda Turak’ın torunu “Afrasyap” Irak torunun “Muncihir”i mağlup ederek Ceyhun nehri sınır kabul edilen bir anlaşma yapmıştır. Bu tarihten sonra ceyhun nehri doğusunda “TURAN“, batısına da “İRAN” denmiştir.

Tevrat rivayetleride ise Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiş. Yafes’e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş,Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan “TÜRK” e bırakmıştır.

Görülmektedirki Hz. Adem devrine yakın zamanlarda Turak(Türk)’den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk Başbuğundan ve Saka İmparatorluğu Kağa’nından bahsedilmektedir. Yukarıda mitoloji ve tarihi kayıtlar içerisinde yer alan “Türk” kelimelerinden ,Türk adının ne kadar eski olduğu ortaya çıkmaktadır. MÖ XIV. yy’da yer alan “Tik”ler ile dünyada mevcut olan medeniyetlerin en eskisi olan MÖ. VII. yy. da Orta Asya’da kurulan “Anav” medeniyeti de Türkler tarafından kurulmuştu. O halde Türkler MÖ. XIV. yy’da Tik’ler , MÖ. VII. yy’da Anavlar, MÖ IV yy’da Sakalar ile tarih kayıtlarında yer almaktadır.
Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide “Tu-Kiu” şeklinde görülmektedir. MÖ. I yy’da Roma’lı yazarlardan biri olan Pompeius Meala’nın Azak Denizi kuzeyinde yaşayan halktan “Turcae” olarak bahsetmesi ile ilk defa yazılı olarak karşılaşıyoruz. Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy’da kurulan Kök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan “Türk” adı daha çok “Türük” şeklide gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti’nin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Kök-Türk imparatorluğu olduğu bilinmektedir. Kök-Türkler’in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, sonrada Türk milletini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.

MS. 585 yılında Çin İmparatoru’nun KÖK-TÜRK Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin İmparatoruna verdiği cevabi mektupta “Türk Devleti’nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti” hitapları Türk adını resmileştirmiştir. Kök-Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklide geçmektedir. Türk Budun’un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade, siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.


Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU

TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ

Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa’da Türklükle ilgili 2 hareket olmuştur. Bunlardan birincisi Türk hayranlığıdır. Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar,halılar,kilimler,çiniler,mangallar,şamdanlar vb. Türk sanat eserleri çoktan Avrupa’daki sanat severlerin ilgisini çekmiştir. Bunlar Türklerin eseri olan bu güzel şeyleri binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu oluştururlardı. Bazıları da bunları diğer milletlere ait güzel şeyler arasında sergilerlerdi. Ressamların yaptıkları tablolar ile şairlerin yazdıkları kitaplar da türk hayranlığı içine girerdi. Avrupa da ki bu hararetlilik tamamen Türkiye deki Türklerin güzel sanatlardaki üstünlüklerin bir sonucudur.

Avrupa’da ortaya çıkan 2. Harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya’da, İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, Amerika’da, birçok bilim adamı eski Türklere, Hunlara,ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türk tarihinin çok eskiye dayandığını, oldukça yüksek medeniyetler kurduğunu ortaya koydular. Tabi ki bu hareketler yurdumuzdaki bir takım fikir adamlarının da ruhuna etki yapıyordu.

Sultan Abdulaziz’in son dönemi ile Sultan Abdulhamid’in ilk devirlerinde, İstanbul’da büyük bir düşünce hareketi görüldü. Burada hem bir Er cuman-i Danış (akademi) oluşmaya başlamış, hem de bir darülfünun (üniversite) kurulmuştu. Bundan başka askeri okullar yeni bir ruhla yükselmeye başlamıştı.

O zamanlar bir üniversitenin tarih profesör Ahmet Tevfik Paşaydı. Ahmet Tevfik Paşa, Şecere- i Türki’yi (Türklerin soy kütüğü) Doğu tarihçesinden İstanbul tarihçesine çevirdi ve Osmanlı lehçesi Türk lügati hazırlandı. Ahmet Tevfik Paşanın başka bir orijinalitesi de Moriel’nin komedilerini Türk geleneklerine adapte etmesi ve şahısların adlarını ve kimliklerini Türkçeleştirerek Türkçüye aktarması ve milli bir sahnede oynatmasıdır.

Darülfünun’un bu profesörü Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askeri okullardan sorumlu olan, bakan Süleyman Paşada Türkçülüğü askeri okullara sokmaya çalışıyordu. Yurdumuzda ilk olarak Çin kaynaklarına dayanarak Türk tarihi yazan Süleyman Paşa olmuştur.

Avrupa tarihindeki Hunların Çin tarihindeki Hiyong-nu’ lar olduğunu ve bunların Türklerin ilk bilinen dedeleri olduğunu ve oğuz hanın Hiyong-nu devletinin kurucusu Mete olması gerektiğini bize ilk öğreten Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa ayrıca dilimizin grameri ile ilgili bir kitap da yazdı.

Görülüyor ki Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır.

Türkiye’de Abdülhamit bu kutsal akımı durdurmaya çalışırken, Rusya’da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan biri Mirza Fethali Ahundzade’dir. Diğeri Gaspralı İsmail’dir. Abdulhamid’in etkisiyle, Türkçü olan Hüseyin-Zade Ali bey tıbbiyede Türkçülük esaslarını anlatılıyordu. Turan ismindeki şiiri, Turancılık idealinin ilk dışa vurumu idi. Yunan savaşının başladığı sıralarda, Türk şairi Mehmet Emin Bey: “Ben bir Türküm, dinim,cinsim uludur” dizesi ile başlayan ilk şiirini yayınladı. Bu iki şiir Türk hayatında yeni bir hareketin başlayacağını haber veriyordu. Halk vezninde millet sevgisi ile dolu şiirler yazıldı, İkdam Gazetesi de Türkçülüğün bir organı haline getirildi. Ancak Türkçe’yi sadeleştirmek adına yanlış bir teorinin izlenmesi Türkçülük akımının değer kaybetmesine sebep oldu. Bu yanlış, tavsiyecilik (arı Türkçecilik) fikriydi.

“Arı Türkçecilik” dilimizden Arap, Acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk kökünden doğmuş eski kelimeleri veya Türkçe köklerden yeni eklerle yapılacak yeni Türk kelimelerini yerleştirmek demekti. Halk diline yerleşmiş Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe’den çıkarmak bu dili en canlı kelimelerden dini, ahlaki, felsefi kavramlardan yoksun kılacaktı. Bu yüzden bu hareket dilimizi sadeliğe ,açıklığa doğru götürecek yerde karışıklığa ve karanlığa doğru götürüyordu. Bundan başka doğal kelimeleri atarak onların yerine yapay kelimeler koymaya çalıştığı için, gerçek dil yerine yapay bir Türk esperantosu oluşturuyordu.

Bu sırada Türkiye’de ortaya çıkan gizli bir ihtilal örgütünde Pan-Türkizm, Pan-Ottomanizm, Pan-islamizm ideallerinden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğu tartışılıyordu. Bu tartışma Avrupa’daki ve Mısırdaki genç Türklere dayanarak; kimileri Pan-Türkizm idealini kimileri Pan-Ottomanizm idealini kabul etmiştir.

23 Temmuz 1908 devriminden sonra Türkiye’de Osmanlıca düşüncesi egemen olmuştur. Bu sıralarda yaygınlaşmaya başlayan Türk Derneği Dergisi gerek bu nedenden, gerek arı Türkçecilik akımına kapılmadan dolayı hiçbir rağbet görmedi.

31 Mart’tan sonra Osmanlıca fikri eski geçerliliğini kaybetmeye başladı. Zamanında Abdulhamid’e İslam birliği düşüncesini aşılamış olan Alman Kayseri, bu fırsattan yararlanarak Sultanahmet Meydanı’nda İslam birliği adına bir miting yaptırdı. Bu günden itibaren ülkemizde gizli İslam birliği oluşturulmaya başladı. Genç Türkler “Osmanlıcı” ve “İslam birliği” taraftarı olmak üzere, iki karşı gruba ayrılmaya başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit İslam birliği tarafları ise,ültramonten idiler. Her iki akım da ülke için zararlıydı.

Bu sırada Selanik’te Genç Kalemler adında bir dergi çıkıyordu. Amacı dilde sadeliği gerçekleştirmekti.Ziya Gökalp’in görüşleri şunlardı: Türkçe’yi yeniden düzenlemek için, bu dilden bütün Arapça ve Farsça kelimeleri değil, Arap ve Fars kurallarını atmak. Arapça ve Farsça kelimelerden de Türkçesi olanları çıkararak, Türkçe karşılığı bulunmayanları dilde bırakmak. Gökalp dil meselesini yeterli görmeyerek Türkçülüğü bütün idealleriyle bütün programıyla ortaya atmak gerektiğini düşündü. Bütün bu fikirleri içeren Turan şiirini yazarak Genç Kalemler’de yayınlandı. Bu şiir tam zamanında yayınlanmıştı. Çünkü Osmancılıktan da İslam birliği fikrinden de ülke için tehlikeler doğacağını gören genç ruhlar, kurtarıcı bir ideal arıyorlardı. Turan şiiri bu idealin ilk kıvılcımı idi.

Türk şiirinden sonra Ahmet Vefik Bey, altın ordu makalesini yayınladı, İstanbul’da Türk yurdu dergisiyle Türk Ocağı Cemiyeti kuruldu. Halide Edip Adıvar, Yeni Turan adlı romanı ile, Türkçülüğe büyük bir değer verdi. Hamdullah Suphi Bey, Türkçülüğün aktif bir önderi oldu. Bütün bu isimler gerek Türk yurdunda gerek Türk Ocağında birleşerek çalıştılar. Fuat Köprülü, Türkoloji alanında büyük bir bilim adamı oldu. Yakup Kadri,Yahya Kemal,Falih Rıfkı,Refik Halit,Reşat Nuri gibi yazarlar ve Orhan Seyfi,Faruk Nafiz,Yusuf Ziya,Hikmet Nazım gibi şairler yeni Türkçe’yi güzelleştirdiler.

Bununla beraber Türkçülüğe ait bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı,eğer Türkleri Türkçülük ideali çevresinde birleştiren,büyük bir yok oluş tehlikesinden kurtarmayı başaran büyük bir dahi ortaya çıkmasaydı. Bu büyük dahi hiç şüphe yok ki,Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan başkası değildir. Eskiden Türkiye’de Türk milleti hiçbir önemli yere sahip değildir,bugün her hak Türk’ündür.Bu topraktaki egemenlik Türk egemenliğidir,bu kadar kesin ve büyük devrimi yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır .Fakat yapmak ve başarıyla sonuçlandırmak çok güçtür.

Attila (406 - 453)

Hunların başına geçtiği zaman, 39-40 yaşlarında olan Attila, babası Muncuk erken öldüğü için, amcası Rua'nın yanında yetişmiş, onunla birlikte seferlere katılmış, çeşitli kavimleri yakından tanımak imkânını bulmuş, devlet idaresini ve Hun iç ve dış siyasetinin esaslarını öğrenmişti. Memleketi, büyük kardeşi Bleda (sonraları Macarlar tarafından Buda diye anılmıştır) ile birlikte devralmışlardı. Fakat kaynaklarda açıklandığına göre, eğlenceden hoşlanan, enerjisi kıt Buda, ikinci planda kalarak, devleti ciddî bir hükümdar vasfını taşıyan kardeşine bırakmıştı. Ordu ve dış ilişkilerin düzenlenmesi, Attila'nın elinde idi. Amcaları Aybars (doğu kanadı elig'i) ve Oktar (batı kanadı elig'i), Rua zamanındaki yerlerini muhafaza ediyorlardı. Aralarında, iddia edildiği gibi bir rekabet bahis konusu olmadıktan başka, Bleda da "iktidar hırsı ile yanan" Attila tarafından ortadan kaldırılmış değildi. Attila'nın yardımcısı sıfatı ile, 11 yıl Hun İmparatorluğunun idaresine katılan Bleda, 445'te eceli ile ölmüştür.

434 yılı baharında, Hun sınırlarına gelen Bizans elçilerini Attila, Tuna ile Morava nehrinin birleştiği yerdeki, Bizans Margos (bugünkü Dubravica) kalesinin tam karşısında -Tuna'nın kuzey kıyısında- bulunan Konstantia surları önünde, at üzerinde karşıladı ve dinlenmelerine dahi izin vermediği elçilerin, biri konsül-general, diğeri seçkin bir diplomat olan temsilcilerine, taleplerini, barış şartları olarak yazdırdı. Konstantia Barışı (veya Margos Barışı) diye anılan bu antlaşmanın başlıca maddelerine göre; Bizans, bundan böyle Hunlara bağlı kavimlerle müzakerelere, ittifaklara girişmeyecek; Hunlardan kaçanlara, esir alınmış Bizans tebaası dahil, sığınma hakkı tanımayacak, Bizans elinde bulunanlar iade edilecek (Grek asıllı olanlar için fidye verilebilecek); ticarî münasebetler, yine belirli sınır kasabalarında devam edecek ve Bizans'ın ödemeyi taahhüt ettiği yıllık vergi, iki katına (700 libre altın veya 50,400 solidus) çıkarılacaktı. Theodosios II'nin aynen kabul ettiği bu anlaşmanın hükümleri icabı olarak, Hunlara iade edilen kaçakları Attila, daha Bizans ülkesi içinde, Trakya'da Karsus (Bulgaristan'da Hirsovo) kalesinde astırdı. Bu durum, Hunlar arasında olduğu kadar Bizans'ta, Roma'da ve diğer kavimler arasında, Attila adının, dehşet saçan bir otoritenin timsali haline gelmesine yardım etti. Bundan sonra Attila, imparatorluğun doğu bölgelerinde, at üzerinde, aylarca süren bir teftiş gezisi yaparak, İtil (Volga) kıyılarındaki Şaragur'ların (Ak-Ogur) ayaklanma teşebbüsünü bastırdı (435). Batı kanadının ağırlık merkezi Tuna etrafında, doğu kanadının ağırlık merkezi Dinyeper havalisinde olduğu tahmin edilen bu tarihlerde Hun imparatorluğunda, kaynaklardan (Priskos, Jordanes, P. Diaconus, J. Honorius vb.) takip edilebildiği kadar, başlıca şu topluluklar yer almışlardı:

a. Germenler (doğudan batıya): Doğu Got, Gepid, Turciling, Sueb, Markoman, Kuad, Herul, Rugi, Skir.

b. İslavlar (Orta ve Batı Rusya'da): Veneda, Ant, Sklaven.

c. İranlılar (Kafkaslar'dan Tuna'ya kadar, dağınık halde): Alan, Sarmat, Baştarna, Neur, Roxolan.

d. Fin-Ugorlar (Ural'dan Baltık'a kadar): Çeremis, Mordvin, Merya, Veşi, Çud, Est, Vidivari.

e. Türkler: İmparatorluğun her tarafına yayılmış olarak Hunlar, Karadeniz kuzeyi düzlüklerinden Volga'ya kadar Beş- ogur, Altı-ogur, On-ogur, Şaragur, Azak'ın batısında Akatir, Volga'nın doğusunda Sabar ve başka Türk kütlelerdi.

Sayıları 45'e varan ve çeşitli dil ve soydan olan bu kavimler, yalnız siyasî yönden bir birlik teşkil etmekte, yabancı kavim veya zümreler, ancak reisleri, şefleri ve kralları vasıtası ile devlete bağlı bulunmakta idiler. Hun imparatorluğu dahilinde sükûnet vardı. 442 yılında, Hun devlet meclisi başkanı ve başbakan olan Onegesios ile Attila'nın büyük oğlu İlek idaresindeki Hun orduları tarafından bastırılan Akatir isyanı dışında, bu sükûnet bozulmamıştı. Halbuki Roma imparatorluğunda, Kavimler Göçü dolayısıyla hareket halinde olan kavimlerin, geçiş yolları üzerinde geniş ölçüde tahribat yapmaları, yerli halkın mahsulatını zorla ellerinden almaları vb. yüzünden patlak veren ve genişleyen, köylü (Bagaudlar) isyanları, nizam ve asayişi iyice sarsmış, buna karşı Roma, Aetius vasıtası ile bir kere daha Hunlara müracaat zorunda kalmıştı. İki yıl kadar süren müdahale sonunda, Attila'nın gönderdiği Hun müfrezelerinin yardımı ile, isyancı elebaşılar, Aetius tarafından ortadan kaldırıldı ise de, bu defa da, Kral Gundikar idaresinde bugünkü Belçika bölgesine saldıran Burgondlarla savaşmağa mecbur olundu. Bilhassa Necker nehri boyunca cereyan eden muharebelerde, Hun ordusuna, batı kanadı elig'i Oktar kumanda ediyordu ki, rivayete göre, Kral Gundikar dahil 20 bin Burgond'un öldüğü bu Hun-Burgond mücadelesi, Almanların meşhur "Nibelungen" destanlarına konu teşkil etmiştir. Bütün "Germania"nın, Hunlar tarafından zaptını tamamlayan bu savaşlar neticesinde, 436'yı takip eden yıllarda, şu kavimlerin de Türk idaresine alındığı anlaşılmaktadır: Burgondlar, Bayavurlar, Yuthanglar, aşağı Ren sahasındaki Franklar, Türingler, Longobardlar. Hun hakimiyetinin, "Okyanus adaları"na, yani Kuzey Denizi ve Manş kıyılarına ulaştığı, hadiselere çağdaş tarihçi Priskos tarafından bildirilmiştir.

440'dan itibaren Attila, Bizans'a karşı baskıyı artırdı. Çünkü Theodosios II, Konstantia antlaşmasının hükümlerine aykırı olarak, Hunlardan kaçanları iadede ağır davranıyor, hatta bunlardan bazılarını, yüksek makamlara getiriyordu. Mesela Got menşeli Arnegisclus'u "general" rütbesi ile Trakya'da, Hun sınırında vazifelendirmişti. Müşterek pazar yerlerinde, Grek tacirleri, Hunları aldatıyorlardı. Margos piskoposu, Konstantia civarında, kıymetli madenlerden yapılmış silahları ve ziynet eşyası ile birlikte gömülen Hun büyüklerinin mezarlarını soymuş, bu davranış, Hunları infiale sevk etmişti. Nihayet Bizans, yukarıda geçen Akatirler isyanında, tahrikçi rol oynamıştı. Diğer taraftan Kuzey Afrika Vandal kralı Geiserikh, Akdeniz'deki harekâtını engelleyen Bizans'a karşı, Attila'dan yardım istemişti. Bu sebeplerle, Attila'nın idaresinde olarak, Margos'un zaptı ile başlayan 1. Balkan seferi (441-442), Singidunum (Belgrad) ve Naissus (Niş) üzerinden Trakya'ya doğru gelişirken, Batı Roma'nın aracılığı neticesinde hızını kesti. Roma orduları başkumandanı Aetius, bundan böyle Theodosios'un, antlaşma şartlarına riayet edeceğini garantilemek üzere kendi oğlu Karpilio'yu, Hun sarayına rehine olarak göndermişti. Bu sefer sonunda, Tuna boyundaki kaleler Hun idaresine geçmiş, daha geri hatlardaki tahkimat yıktırılmış, Balkanlar'da Hunlara karşı durabilecek mukavemet yuvaları kaldırılmıştı.

445'te Bleda'nın ölümü üzerine tek başına Hun imparatoru olan Attila, iktidarının şahikasına yükselmekte idi. Batı Asya ile Orta Avrupa'ya hakimdi. Her iki Roma'nın durumları meydanda idi. Attila'ya karşı koyabilecek bir kuvvetin kalmayışı, bir psikolojik belirti olarak, "savaş tanrısı Ares'in" kılıcını, Attila'nın ellerine verdi. Priskos'a göre, uzun zamandan beri kayıp olan bu kutlu kılıç, bir Hun çobanı tarafından bulunarak Attila'ya getirilmişti. Artık dünyanın fethi yakındı, zira Ares'in kılıcı vasıtası ile, yeryüzüne hükmetme yetkisinin, Tanrı tarafından Attila'ya tevdi edildiğine inanılıyordu.

Bu duruma ilaveten, Bizans'ın kaçakları geri vermekten çekinmesi, yıllık vergiyi ödemede isteksizliği, 2. Balkan seferinin açılmasına sebep oldu (447). Attila'nın idaresi altında birkaç noktadan Tuna'yı geçen Hun ordusu, iki koldan ilerleyerek kaleleri, Sardika (Sofya), Philippopolis (Filibe), Markianopolis (Preslav), Arkadiopolis (Lüleburgaz) müstahkem mevkî ve şehirlerini zapt ede ede ve Tesalya'da Termopil'e kadar geniş bir daire çizdikten sonra, Bizans başkentini kuşatmak üzere Athyra'ya (Büyük Çekmece) ulaştı. Orada, barış yapmak için Theodosios'un süratle gönderdiği magister ve patricius Anatolios, Attila tarafından kabul edildi ve anlaşmaya varıldı (Anatolios Barışı). Buna göre, Tuna'nın güneyinde beş günlük mesafedeki yerler askerden arındırılacak, buralardaki pazarlar yerine, artık bir Hun sınır şehri haline gelen Naissus'da (Niş) ortak pazar kurulacak, Bizans, harp tazminatı olarak 6000 libre altın ödeyecekti. Ayrıca, yıllık vergi, üç katına (2100 libre altın veya yaklaşık 150.000 solidus) çıkarılmıştı.

Bizans bakımından en ağır şart, yıllık vergi idi. Her sene bu kadar altın tedarik edilmesi, imparatorluğun takatini aşıyordu. Şaşırdığı anlaşılan Theodosios, sarayındaki ileri gelenlerin de tavsiyesi ile, garip bir kurtuluş yolu buldu: Bir suikast ile Attila'yı ortadan kaldırmayı planladı. Başında Edekon (umumiyetle kabul edildiğine göre, Skir Germenlerinin şefi; fakat A. Vambery'ye göre Türk olup, adın aslı Edikkün'dür) ve Orestes'in (Pannonia'lı bir Romalı) bulunduğu Hun elçilik heyeti ile birlikte, Bizans başkentinden Attila'nın devlet merkezine, yani Orta Macaristan'a doğru yola çıkan, tanınmış hukuk bilgini Maximinos başkanlığındaki heyette; seyahat notları, başta Attila ve çağı olmak üzere 5. asır Avrupa Türk tarihini ayrıntılı şekilde öğrenmemize yardım eden, kâtip Priskos da bulunuyordu. Suikastı gerçekleştirmekle vazifeli Bigila'nın da katıldığı heyet, 448 yılı yazında, Hun başkentine (yeri belirlenememiştir) geldiğinde, durumdan Edekon vasıtası ile haberdar olan Attila, yaptığı alenî sorguda, Bigila'ya maksat ve faaliyetlerini itiraf ettirdi. Bizanslıların hiçbirine dokunmadı, fakat Theodosios'a hitaben yazdığı şu mesajı, hususî elçi ile imparatora yolladı:

"Theodosios, Attila gibi, asîl bir babanın oğludur. Attila, babası Muncuk'tan aldığı asaleti muhafaza etmiş, fakat Theodosios, Attila'nın haraçgüzarı olmakla köle durumuna düşmüştür. Theodosios, kölelik haysiyetini de koruyamamıştır, çünkü efendisi olan Attila'nın canına kıymak istemiştir".

Attila'yı teskin etmek üzere, Bizans' tan, derhal, yukarıda adı geçen Anatolios ile magister ve kançılar Nomos başkanlığında, ikinci bir heyet yola çıkarıldı. Bu elçiler, Hun başkentinde Attila'yı, tahminler hilafına, sakin ve yumuşak buldular. Zira, Hun dış siyaseti değişmekte idi: İmparator Theodosios'un şahsında, Bizans'ı tamamen kendi iradesine bağlı kabul eden Attila, artık Batı Roma'ya yönelme zamanının yaklaştığı kanaatine varmış bulunuyordu. Batı Roma'ya esasen son mühim askerî destek, 439 yılında yapılmış, ondan sonra yardımlar tedricen kesilmişti. Batı Roma, Hun devletine yıllık vergisini muntazaman ödemekle beraber, gelişen yeni durumun farkında olan başkumandan Aetius, muhtemel bir Hun-Roma çatışmasına hazırlanmakta idi: "Barbar"larla münasebetlerini düzeltmiş, onlardan aldığı ücretli askerlerle, Türk usulünde, çoğu, süvari birliklerinden kurulu ordular teşkiline girişmiş, Hunlar'a bağlı bazı kavimlerle gizli temaslar aramağa başlamıştı. Buna karşılık Attila da, 443 yıllarında tekrar alevlenen ve Galya'dan İspanya'ya da sıçrayan köylü isyanları ile yakından ilgileniyor, Roma'ya karşı Vandallarla işbirliği imkânlarını araştırıyordu. O da, şüphesiz, Roma imparatorluğu ve "barbar"lardan meydana gelen bütün bir Batı dünyası ile hesaplaşacağı için, işin ehemmiyet ve nezaketini takdir etmekte idi.

448'lerden itibaren iki yıl kadar süren Hun siyasî ve askerî hazırlığı tamamlanınca, Attila, ilk diplomatik taarruzunu Roma'ya yöneltti. İmparator Valentinianus III'ün kızkardeşi olup, vaktiyle, evlenmek arzusu ile Attila'ya nişan yüzüğü gönderen ve 425'ten beri imparator hukukunu haiz olduğunu belirlemek üzere "Augusta" unvanı ile anılan, delişmen tabiatlı Honoria'yı zevceliğe kabul ettiğini bildiren Attila, çeyiz olarak, imparatorluğun, Honoria'nın hissesine düşen yarısını veya "Augusta"nın kocası sıfatı ile Roma imparatorluğunun idaresine iştirak hakkını istedi. Önce oyalama yolunu tutan Valentinianus ile Aetius'un, teklifi nihayet açıkça reddetmeleri, büyük Hun seferini, meşru duruma soktu. Ren kıyılarındaki Ripuar Frankları ve Vizigotlarla ilgili bir iki anlaşmazlık da savaş havasını olgunlaştırdı.

451 başlarında, Orta Macaristan'dan batıya harekete geçen Hun kuvvetlerinin mevcudu, 80-100 bini Türk, bir o kadarı da yardımcı Germen ve İslav olmak üzere 200 bin kişi civarında idi. Hun orduları, Mart ayı ortalarına doğru Ren nehrini üç noktadan aşarak Galya'ya girdiği sırada, İtalya'dan yola çıktıktan sonra, Hun düşmanı "barbar"ların sağladığı takviyelerle, sayısı yine 200 bine yükselen Aetius kumandasındaki Roma ordusu, Galya'da kuzeye doğru hızla ilerliyor; Hun orduları, Mettis'i (Metz) (7 Nisan) ve Durocortorum'u (Rheims) zaptederek, Paris yakınındaki Aurelianum (Orleans) şehrine ulaştığı zaman, Aetius da oraya yetişmiş bulunuyordu. Fakat karşılaşma, Attila'nın Türk taktiğine daha uygun gördüğü, Katalaunum'da (veya Campus Mauriacus sahası, Troyes şehrinin batısında Champagne ovasına doğru) oldu (20 Haziran 451). Batı dünyasının iki yarısının birbiri üzerine yüklendiği, nihayet 24 saat süren ve iki tarafın çok ağır kayıplar verdiği (Jordanes'e göre 165 bin ölü) muhakkak olan bu büyük savaşta kimin galip geldiği, hâlâ münakaşa edilmektedir. Avrupalı tarihçiler, ta A. Thierry'den beri (1856), Attila'nın yenildiğini söylerler ve buna, Roma kuvvetlerinin imha edilmeden Hunların çekildiğini delil gösterirler. Ancak son araştırmalar, meseleye biraz daha ışık tutmuş görünmektedir: Anlaşılmıştır ki, savaş gününün akşamı, Roma ordusu dağılmış, birlikleri arasında irtibatı kaybeden başkumandan Aetius bile, yanlışlıkla düştüğü Hun kıtaları arasından güçlükle kurtulmuş, ertesi gün erken saatlerde, Roma'ya bağlı Batı Got ordusu, savaşta ölen kral Theodorikh'in oğlu Thorismund idaresinde muharebe meydanından uzaklaşmış, ağır kayıplara uğrayan Frank kuvvetleri de onları takip etmişti. Ayrıca, bu savaşta Attila'nın, gayesine ulaştığı da aşikârdı. Batıyı hakimiyetine alabilmek için, Roma İmparatorluğunun insan ve asker deposu durumunda olan Galya barbarlarını saf dışı etmek isteği ile önce Galya'ya yürümüş olan Attila, Roma'nın bu tabiî müttefiklerinin savaş gücünü kırarak, Roma'yı desteksiz bırakmağa muvaffak olmuştu. Ünlü Aetius'un, Roma'da gözden düşmesi, bunun neticesi idi. Ordularını Galya ortasından, oldukça sağlam ve disiplin içinde, 20 gün kadar bir zamanda kendi başkenti bölgesine getirebilen Attila, kudret ve "korkunçluğunu" muhafaza ettiğine göre, Campus Mauriakus'ta, Batı İmparatorluğunun ne kazandığı, o sırada Roma'da sık sık sorulan suallerdendi. Nitekim, daha bir yıl geçmeden Attila, İtalya seferine başladığı zaman, Roma'nın Hunlara karşı çıkaracak kuvveti kalmamıştı. Hadiselere çağdaş Prosper Tiro'nun (Papa Leo I'in kâtibi) kaydettiğine göre Aetius, mukavemet imkânsızlığı dolayısıyla, İmparator Valentinianus'un, İtalya'dan ayrılmasını tavsiye etmekte idi.

Attila, 452 baharında, çekirdeğini süvari kuvvetlerin teşkil ettiği 100 bin kişilik ordusunu, Julia Alpleri'nden geçirerek bugünkü Venedik düzlüğüne indirdi. Oradaki meşhur Aquileia kalesini zaptettikten sonra, Po ovasına girdi. Aemilia bölgesini işgale başlayıp, Roma imparatorluğunun o zamanki başkenti Ravenna'yı tehdit etmesi, meselenin nihayete erdirilmesine kâfi geldi. Roma sarayı, endişeli; halk, telaşlı; Senato, ne olursa olsun, barış yapmak kararında idi. Kilise de bu arzuya katıldı. Süratle bir heyet hazırlandı. Hitabeti ile meşhur Papa Leo 1 ("Büyük Leo") başkanlığında konsül G. Avianus ve eski "praefecture" Trygetius'dan kurulu bu heyet, Mincio ırmağının Po nehrine döküldüğü düzlükte ordugâhını kurmuş olan Attila tarafından kabul edildi (452 Temmuz ortası). Papa, imparator ve bütün Hıristiyan dünyası adına, büyük Türk başbuğundan, Roma'yı esirgemesini rica etti. Beş yıl kadar önce, kahir bir kuvvetle Çekmece'ye kadar geldiği halde, nasıl İstanbul'u tahrip etmekten kaçınmış ise, Papa'nın ağzından Roma'nın teslim olduğunu öğrendikten sonra, bu eski medeniyet merkezini korumayı da vazife sayan Attila, muzaffer ordusu ile başkentine dönerken, şüphesiz, tıpkı Bizans gibi, Batı Roma İmparatorluğunun da kendi iradesine bağlandığı kanaatinde idi. Priskos'un, 448'de Hun başkentinde Batı Roma elçisi Romulus'dan duyarak belirttiği üzere, şimdi sıra Ortadoğu'daki Sasanîlerde idi. Oranın da himayeye alınması ile "dünya hakimiyeti" gerçekleşecekti. Fakat bu, Attila'ya nasip olmadı. İtalya seferinden dönüşte, rivayete göre, zifaf gecesinde, herhangi bir iç kanama neticesi ağzından, burnundan kan boşanmak suretiyle öldü (453). Yaşı 60 civarında idi.

Attila, milletlerin hafızalarında ölümsüzlüğe ulaşmış, tarihin nadir simalarından biridir. Hatırası etrafında İtalya'da, Galya'da, Germen memleketlerinde, Britanya'da, İskandinavya'da ve bütün Orta Avrupa'da, asırlarca ağızdan ağıza dolaşan efsaneler türemiş , romancılara, ressamlara, heykeltıraşlara konu olmuş, hakkında en çok kitap yazılan şahsiyetlerden biri durumuna yükselmiş, tiyatro yazarlarına, kompozitörlere ilham vermiş, adına bir düzineye yakın opera bestelenmiştir. Son yarım asırda yapılan tarafsız tarih araştırmaları, onun, Hıristiyan Orta-çağının taassup kokulu uydurmaları ile ilgisi bulunmadığını; Nibelungen destanları başta olmak üzere, çağdaşı kayıtların, onu, iyilik sever, babacan, çok yüksek vasıfta bir hükümdar olarak tanıdığını ortaya koymuştur.

Attila'nın ölümünden sonra, hatunu Arıgkan'dan doğan üç oğlu; sırasıyla İlek, Dengizik, İrnek, babalarının yerini tutamadılar. İmparator olan İlek, ayaklanan Germen kavimleri ile yaptığı Nedao (Avusturya'da) savaşında hayatını kaybetti (454). Çok cesur, fakat siyasî zekâdan mahrum Dengizik, imparatorluk birliğini yeniden kurmak için, neticesiz mücadeleler içinde çırpına çırpına, nihayet bir Bizanslı'nın kılıcı ile can verdi (469). İrnek ise, büyük kardeşlerinin ölümünden sonra, artık Orta Avrupa'da tutunmanın zorluğunu anlayarak, savaşlarda yorgun düşen Hunların büyük kısmı ile Karadeniz'in batı kıyılarına döndü.

İrnek idaresindeki Hunların, önce Güney Rusya düzlüklerinde görünen, sonra Balkanlar'da ve Orta Avrupa'da birer devlet kuran Bulgarlar ile Macarların teşekkülünde büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Tarihî kayıtlarda Bulgar-Türk devletinin hükümdar ailesi olan Dulo (Doulo) sülalesine mensup gösterilen İrnek, Macar geleneklerinde, Macar kabilelerini, Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad hanedanı tarafından, ata tanınmaktadır. 4. asırda Hunlara, Volga'dan batıya doğru rehberlik eden geyik motifli "Sihirli Geyik" efsanesinde de, Hunlarla Macarlar (Hunor-Moger) kardeş gösterilmiştir. Nihayet, Macaristan'da yaşamış olan Sekeller'in Hunların çocukları olduğu zannını uyandıran bir başbuğ Çaba Efsanesi vardır. Avrupa Hun kütlesi, yalnız bu Türk devlet ve topluluklarının oluşumuna ve kültür yönünden Batı Avrasya'sına sağlam bir zemin vermekle kalmamış, daha mühim olarak, Asya kıtasında yer darlığı, kıtlık yüzünden veya siyasî-askerî bir sebeple sıkıntıya düşen ve bu tedirginlikten kurtulmak için huzurlu, rahat, hür, yeni iklimler arayan Türk kütlelerine, Batı yönünün açıcısı olmuştur. Aynı zamanda, yol üzerindeki İndo-İranî ve Germen gruplarını (Alanlar, Sarmatlar, Gotlar vb.) ileriye, uzaklara iterek veya kısmen kendi içinde eriterek temizlemek suretiyle, bu yolu, sonraki 900 yıl müddetle Türk göçlerinin hizmetine hazırlamıştır. Bu noktanın bilhassa belirtildiği batı araştırmalarında, Hunlar üzerinde Avrupa'nın çeşitli kültürel tesirleri konusunda düşülen aşırılık da dikkatten kaçmamaktadır. Attila'nın sarayında, yabancı kökenden görevlilerin bulunduğu, bunların yüksek mevkiler işgal ettiği ve Türk, Got, Latin dillerinin aynı ölçülerde konuşulduğu doğrudur. Ancak, halkı Germen ve Latin olan Avrupa kıtasında tabiî sayılması gereken bu durumun, derin kültür tesirinden ziyade, Hun-Türk İmparatorluğunun niteliğinden doğduğunu kabul etmek, daha isabetli olur. Nitekim, Hun topluluğu ne dil, ne de hayat tarzı yönlerinden değişikliğe uğramış, siyasî iktidar sona erince de, oraları bırakıp Türk çevresine dönmek tercih edilmiştir. Buna karşılık, Hun hakimiyeti çağının, Avrupa'da şu derin etkileri olmuştur:

a. "Kavimler göçü" yolu ile, bugünkü durumun temelini oluşturarak, etnik ;

b. Savaşlar veya dostça münasebetler yolu ile edebî (Nibelungen Destanı, efsaneler vb.);

c. Bozkır sanatı yolu ile estetik;

ç. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması (476; İtalya'nın ilk yabancı kralı Odovakar, Attila'nın sadık adamlarından Edekon'un oğlu idi) ve büyük istila hareketlerinin başlaması üzerine, çok mühim bir tarihî gelişme olarak, Roma- Germen gruplaşma eğiliminin uyanması yolu ile siyasî;

d. Hatta köylünün ve güçsüzün korunmasına yönelik "şövalyelik" (dar manada, atlı savaşçılık) hayatının ve Roma imparatorluk kavramına karşı millî duyguların ortaya çıkışı bakımından sosyal;

e. Avrupa ordularının Türk sistemine göre ıslahı hareketleri dolayısıyla askerî bakımlardan Türk kültür tesirleri, Batı'da hemen bütün Orta-çağlar boyunca devam etmiştir.

Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU
TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ

CENGİZ HAN

Doğumu


Onon Nehri, Moğolistan Temuçin'in doğduğu yer

Hayatının ilk yılları hakkında az bilgi vardır. Pek az kaynak o döneme ilişkin bilgiler vermektedir. Küçük bir kabile olan kitay kabilesinde doğduğu ve babasının ona Temuçin ismini onun Temuçin Uge isminde bir lideri yakaladığı için verdiği ileri sürülmektedir. Başka bir rivayete göre ise elinde bir kan pıhtısıyla doğmuştur ki bu da kabilenin ileri gelenleri tarafından savaşçı ve muzaffer bir şahsiyet olacağına yorulmuştur. Moğol Devleti'nin son hükümdarı Kutala'nın yeğeni, Börçigin'in lideri Yesügey'in büyük oğludur, annesi Helin, Onggirat boyunun Olkunut kabilesindendi. Orta Asya'da göçebe hayatı yaşıyorlardı.

Ailesi

Cengiz babası tarafından Kabul Han, Ambagai ve Kutula Han'ın akrabasıydı. Bulundukları Moğol Devleti, Jin Hanedanı altındaydı ve Tatarlar'ı desteklemeleriyle 1161'de Kabul Han yokedildi. Babası Yeşügey dağılan Moğol kabilelerinin başına geçmiş, ancak Tayiçyut kabilesi ile rekabet yaşıyordu. 1161'den sonra Tatarlar çok güçlenince, Çin desteğini Tatarlardan Keraitlere çevirdi.

Kardeşleri

Temuçin'in 3 erkek kardeşi Cuci Kasar, Kaçiun ve Temüge'nin yanı sıra bir kız kardeşi Temulin vardı. Bunun yanı sıra, Bekter ve Belgütey isimli iki üvey kardeşi vardı.

Çocukları

Cengiz Han'ın imparatoriçesi ve ilk karısı Börte'den 4 çocuğu oldu; Cuci (d. 1185 - 1227), Çağatay ( ? - 1242), Ögeday (? - 1241), Tuluy (d. 1190 - ö. 1232).
Cengiz Han'ın ayrıca bir çok diğer eşinden bir çok çocuğu oldu ama onlar yerini almaktan muaf tutuldular, ve kızlarının kaç kişi olduğuna değin bir bilgi yoktur.

Cuci'nin doğumu


Cengiz Han'ın ilk eşi Börte.

Cengiz Han'ın en büyük oğlu Cuci'nin babasının kim olduğuna değin hep sorular olmuş; ve Cengiz Han sonrasında da bu tartışmalar İmparatorlukta devam etmiştir. Temuçin ile Börte evlendikten sonra; Börte Merkitler tarafından kaçırılmış ve bir adamın karısı yapılmıştır. Kurtarıldıktan yaklaşık dokuz ay sonra da doğum yapmış; Cengizhan da emin olamadığı için oğluna Moğolca "konuk" manasına gelen Cuci ismini koymuştur. Yine de Cuci'ye her zaman öz oğlu gibi davranmıştır.
Moğolistan'ın gizli tarihi'ne göre; Çağatay Harezmşahlar'a sefer öncesinde; Cuci'nin Cengiz Han'ın yerine geçmesini asla kabul edemeyeceğini söylemiş; bunun karşılığında ikisi de Cengiz Han'ın yerine geçememiş Ögeday kağan olmuş ve Cengiz Han öldükten sonra "Kağan" olarak yerini almıştır. Zaten Cuci 1226'da babasından önce ölmüştür.

Çocukluğu

Efsanelere ve daha sonraki yazarlara göre, Temuçin'in çocukluğu oldukça zor geçti. Henüz 16 yaşınndayken, görücü usülü evliliğine göre babası Yeşügey, Temuçin'i eşi Börte'nin Onkırat kabilesinden olan ailesine verdi. Burada evlilik yaşı olan, 12 yaşına gelene kadar Deiseçen'e; evin reisine hizmet etti.
Evine dönerken babası Tatarlar tarafından zehirlenmişti. Bunun sebebi de onlara karşı yaptığı seferler ve saldırılardı. Bu sayede Temuçin kabilenin reisi olmuştu, ancak kabilenin üyeleri küçük bir çocuğun liderliğini kabul etmediler ve Temuçin'i ve ailesini terkettiler.
Devam eden yıllarda, Temuçin ve ailesi doğada göçebe hayatı yaşadı. Ağaçlardaki meyvalardan ve doğadaki hayvanları avlayarak yaşıyorlardı. Bir seferinde de, Temuçin üvey kardeşi Bekter'i avladıkları hayvanı bölüşürken anlaşamadığı için öldürdü. Annesi karşı çıksa da, öldürmek üzerine hiç bir zaman pişmanlık göstermedi. Bu olay ayrıca onu ailenin reisi yapmıştı. 1182'deki başka bir olayda da, eski kabilesi tarafından saldırıya uğramış ve esir düşmüştü. Tayiçyutlar'a esir düştüğünde, gelecekte generallerinden biri olacak Çilayun'un yardımı ile kaçtı. Annesi Helin Temuçin'e hayatta kalabilmesi için bir çok ders verdi. Moğolistan'ın politikasından, diğer kabilelerle ittifak kurmaya, ve zor tabiat koşullarına kadar. Bu gelecekte Temuçin'in anlayışını da bir şekle sokar. Gelecekteki generallerinden Cebe ve Borçu da bu dönemde Temuçin'e katılırlar. Kardeşleriyle beraber, ilk gelişme ve diplomasi için insan gücünü temsil ettiler.

Temuçin Börte ile 16 yaşındayken evlilik düğünü yaptı. Daha sonra Merkit kabilesi tarafından kaçırıldı, Temuçin de Börte'yi o dönemdeki arkadaşı daha sonra da düşmanı olan Camuha'nın yardımıyla kurtardı. Börte hep tek imparatoriçeydi, ama Temuçin geleneklere uyarak morganatik eşleri oldu. Börte'nin ilk çocuğu Cuci, Merkit kabilesinden kaçırıldıktan 9 ay sonra doğdu; böylece de babasının kim olduğu hakkında hep soruları da beraberinde getirdi.

Temuçin Camuha ile kankardeş oldu, böylece birbirlerine sonsuza kadar bağlılık yemini ettiler.
Orta Asya'nın birleşmesi [değiştir]


Moğol istilası öncesinde Avrasya

Bu dönemde Temuçin'in birleştirdiği Orta Asya'daki başlıca konfederasyonlar şunlardı:
• Naymanlar
• Merkitler
• Uygurlar
• Tatarlar
• Moğollar
• Keraitler

1100'lü yıllarda Moğolların başlıca rakipleri, batıda Naymanlar, kuzeyde Merkitler, güneyde Tangutlar, doğuda da Çin ve Tatarlardı. 1190'da Temuçin ve danışmanları sadece Moğol konfedarasyonunu birleştirdi. Mutlak hâkimiyeti ve insanların kanunlarına uygulaması için bir anayasa da yazıldı, bunun ismi "Yasa" idi ve halk arasında "Yasak" olarak biliniyordu. Bu kanunlarda halkın ve savaşçıların saldırılardan pay alacağı da yazıyordu, ancak gizli bir yasa olduğu için tamamı bilinmiyordu ve hiç bir
zaman bir kopyasını yaratmadı. Cengiz Han'ın oğlu Çağatay da bu kanunların uygulanmasından sorumluydu.
Bu yasanın kanunları oldukça ağırdı, ve hemen hemen herşeyin cezası ölümdü. Örnek olarak, eğer ki bir asker önündeki insandan düşen bir şeyi o kişiye vermezse öldürülüyordu. Bu kanunname'de geçenler tam olarak belli

Temuçin'den Cengiz Han'a

Temuçin'in yavaşça yükselişi; babasının kan kardeşi Tuğrul Han'ın yardımıyla gerçekleşti. Tuğrul Han 20000 Kerait savaşçısını Temuçin'in yardımına vermiş; Camuha da bu saldırı ardından kendi kabilesi olan Caciratlar'ı kurmuştu. Merkitlerle olan savaş sonrasında da çocukluk arkadaşları olan Temuçin ve Camuha da ayrı düştüler.
Tuğrul Han'ın oğlu Sengum; Temuçin'in büyüyen gücünü kıskanmış ve o'na suikast planı yapmıştı. Tuğrul Han da oğlunun önerisine izin vermiş ve Temuçin'in karşısına gizli de olsa geçmişti. Temuçin Sengum'un isteklerini öğrenince, O'nu ve yandaşlarını mağlup etti. Tuğrul Han ve Temuçin arasındaki uzaklaşma ise, Tuğrul Han'ın kızını Temuçin'in oğlu Cuci'ye vermek istememesiyle başladı. Bununla da beraber ayrı düşen Tuğrul Han ve Temuçin aralarında savaş doğdu. Tuğrul Camuha ile ittifak olarak Temuçin'e karşı geldiler. İttifakın kabilelerinden bir çok üyenin de Temuçin'in saflarında yer almasıyla; Tuğrul bozguna uğratıldı. Bu bozgun sonunda da Kerait kabilesi tamamen yokoldu.
Bir sonraki tehdit ise Naymanlardan geldi. Camuha savaş sonrası buraya kaçmış ve takipçileri ile beraber sığınmıştı. Naymanlar Temuçin'e karşı teslim olmadılar ama yeteri kadar birlikleri Temuçin'i desteklemeyi tercih ettiler. 1201'de Kurultay Camuha'yı Gür Han, kainatsal yönetici, olarak seçti. Camuha'nın bu hareketi Temuçin karşısındaki en son taşkınlığı oldu. Camuha Temuçin karşısındaki kabileler ile bir koalisyon kurup Temuçin'e karşı tekrar savaş açtı. Bu sorundan önce, yine de, bazı generalleri Camuha'dan ayrıldı; aralarında Temuçin'in generallerinden Cebe Noyan'ın tanınan kardeşi Sübüdey Noyan da vardı. Bir kaç muharebe sonrasında, Camuha'nun orduları tamamen yenildi ve Temuçin'e esir düştü.

Gizli Tarih'e göre, Temuçin Camuha'ya tekrar arkadaş olmalarını ve yanında olmasını teklif etti. Camuha bunu redetti ve onurlu bir ölüm (kansız, boynu kırılarak) istediğini iletti. Naymanlarla olan Merkit kabileleri de Sübüdey Noyan tarafından bozguna uğratıldı ve tamamı öldürüldü. Sübüdey daha sonda da Cengiz Han'ın en büyük kumandanlarından biri oldu. Naymanların yenilmesi Cengiz Han'ı Moğolistan'daki tek hükümdar yaptı. Tüm konfederasyonlar birleşerek Moğollar oldular.
1206'da, Temuçin Merkitler'i, Naymanlar'ı, Moğollar'ı, Uygurlar'ı, Keraitler'i, Tatarlar'ı ve diğer küçük kabileleri liderliği, arzusu ve isteğiyle birleştirdi. Bu uzun süredir Çin imparatorluklarına karşı birleşemeyen Moğolları birleştirmiş, ve tarihî bir an olmuştur. Kurultay'ın tekrar toplanmasıyla, Temuçin Cengiz Han ismini aldı. Cengiz Han öldükten sonraya kadar Kağan unvanını alamasa da; oğlu Ögeday bu unvanı alınca babasına verdi. Bu birleşme ile Cengiz Han uzun süredir aralarında savaşan kabileler arasında bir barış sağlamış olsa da, Moğol İmparatorluğu'nun diğer milletlerle olan savaşı ömrünün son gününe kadar devam etti. Birleşmenin olduğu dönemde; Moğolistan'da 200,000 kişi yaşarken, bunlardan 70,000'i asker idi.

Cengiz Han olduktan sonra


Cengiz döneminde Moğol İmparatorluğu


Moğolistan İmparatorluğu'nun genişlemesi; Kırmızı: Moğol İmparatorluğu, Sarı: Altın Orda, Yeşil: İlhanlılar, Koyu Yeşil: Çağatay Hanlığı, Mor: Yuan Hanedanı

Moğol İmparatorluğu'nun kuruluşu ve savaşları

1206 yılında Moğol kabilelerinin birleşmesiyle kurulan Moğol İmparatorluğu Cengiz Han'ın önderliğinde seferlere dayalı bir savaş ve ekonomi politikası izledi. İlk defa Naymanlarda mühür ve yazı kullanıldığını görünce, Nayman hizmetindeki Uygur mühürdarlarını da hizmetine aldı. Akabinde, Uygur yazısı tüm Moğol İmparatorluğu'nda kullanılmaya başlandı. İlk yıllarda Moğol İmparatorluğu'nun devlet işleyişinin belli bir düzene geçmiştir.
Tangutları himayesine alan Cengiz Han, daha sonra Kuzey Çin'deki Jin Hanedanı'na savaş açarak Pekin'i 1211 yılında kuşattı. Çin hükümdarı barış için Çin'li prenseslerden birini Cengiz Han ile evlendirse de, barış uzun sürmedi. 1215'de oldukça kanlı geçen bir savaş sonrasında Çin'i himayesi altına aldı.
Alaaddin Muhammed Harezmşah, Cengiz Han'ın Çin'i ele geçirdiğinden emin olmak için Seyyid Bahaüddin-i Razi yönetiminde bir heyet gönderdi. Gelen heyetle barış görüşmeleri yapan Cengiz Han, Alaaddin Muhammed'e elçilerini gönderdi. Anlaşma doğrultusunda hazırlanan Kervan, Harezmşahlar Devleti'nin Otrar şehrinde 1218 yılında hücuma uğradı. Cengiz Han bunun üzerine Otrar valisi Kayır Han'ın teslim olmasını istedi. Alaaddin Muhammed, Cengiz Han'ın bu teklifini ileten elçilerini öldürerek Harezmşahlar Devleti'nin de sonunu hazırladı.
Cengiz Han öncelikle yol üzerindeki Naymanlı Güçlük Han'ın eline geçen Kara Hıtay'ı ortadan kaldırmak için; Cebe Noyan komutundasında bir ordu gönderdi. Güçlük Han korkarak Kaşgar'a kaçtı ancak Sarı Göl yakınlarında yakalanarak öldürüldü.
Alaaddin Muhammed de korkuya kapılıp kalelerini korumaya alıp, dağlık bir bölgeye çekildi. Cengiz Han bazı kaynaklara göre kolaylıkla, başka bir bakış açısına göre de barbarca tüm şehir ve kaleleri ele geçirdi. 1220 yılında Otrar'daki kuşatma uzun sürünce, oğulları Ögeday ve Çağatay kontrolündeki orduları burada bıraktı ve Buhara'ya geçti. Yolunun üzerindeki Zernuk kalesi de teslim oldu ve bu şehire Gu-Balık ismini koydu.
Yol üzerindeki Nur şehri de Cengiz Han'ın korkusuyla teslim oldu. Akabinde 1220'de Buhara'yı kuşattı. Şehrin garnizonunun Horasan'a çekilmesiyle, 12'inci gününde şehir Cengiz Han'ın oldu ve şehir yakılıp yıkıldı. Aradan 5 ay geçtikten sonra da Otrar şehri teslim oldu. Cengiz Han'ın elçilerini öldürten Otrar valisi de, ağzına eritilmiş gümüş dökülerek öldürüldü.
Cengiz Han'ın yolculuğu Semerkant'da da devam etti. Bazı tarihçilere göre Semerkant'ı ele geçirdikten sonra buradaki büyük kütüphane yıkılmış, medeniyet namına tüm eserler yerle bir edilmiştir. Burada Göksaray şehrini kuşatmasının ardından şehir teslim oldu. Cengiz Han'ın generalleri de Siriderya'daki Sığnak, Cend, Barçınlığkent'i ele geçirdi.
Alaaddin Muhammed kaçışına devam ederken, peşinden yetenekli generallerinden Cebe Noyan ve Sübüdey Noyan'ı gönderdi. 30 bin kişilik bu ordu, Alaaddin Muhammed'i Irak'a kadar kovaladı. Cengiz Han oğlu Çağatay'ın kumandasındaki orduyu da Harezmşahlar Devleti'nin merkezi Ürgenç'e gönderdi. Daha sonra da büyük oğlu Cuci'yi buraya gönderdi. 6 ay kuşatmadan sonra, şehir tamamen yokedildi. Böylece de Harezm, Maveraünnehir, Horasan ve bütün doğu İslam ülkeleri de Cengiz Han'ın imparatorluğunun bir parçası oldu.
Alaaddin Muhammed'in vefatının ardından yerine geçen oğlu Celaleddin Harezmşah Moğollarla olan savaşını Cengiz'in ölümünden sonrada devam ettirmiştir.
Cengiz Han'ın savaşlarına değin bir çok değişik bakış açısı vardır. Çoğu devletler İran, Irak, Afganistan ve Pakistan gibi ülkeler hâlâ Cengiz Han'ı bir barbar ve soykırımcı olarak görmektedirler. [2] Batı dünyası ise, Cengiz Han'ı "Vahşi Moğol" diye tanımlar ve barbar olarak nitelendirir.

Moğol İmparatorluğu'nun yönetiminin Öğeday'a verilmesi


Öğeday Han

Moğol geleneklerine göre Cengiz Han hayattayken topraklarını oğulları arasında pay etti. Yerine Cuci ve Çağatay arasındaki tartışma yüzünden ikisini de uygun görmezken, Ögeday bu göreve layık oldu. Cuci avcıbaşı, Çağatay örf ve hukuk uygulayıcısı, Tului de savaş bakanı oldu.
Cuci'nin arası Tului ile de açılmıştı, ancak batı ülkelerin fethinde önemli rol oynadı. Cuci bilinen tüm yerleşik batı ülkelerini ele geçirdikten sonra Moğolistan'a dönmedi. Ancak aradaki mesafe oldukça uzundu ve bir haber alınamıyordu. Bunu bir kopma olarak alan Cengiz Han ordularını hazırlarken oğlu Cuci'nin ölüm haberini aldı.

Ölümü


Cengiz Han öldüğünde Moğol İmparatorluğu
1223 ve 1224 yıllarını Kulan-Başın ve İrtiş'de geçiren Cengiz Han; 1225'de Batı Xia Hanedanı'na karşı sefere çıktı. Hsia merkezinin teslim olmadan iki gün önce günümüz Gansu'sunda Tangut seferi sırasında hastalanarak 1227 yılının 18 Ağustos'unda öldü.
Moğol geleneği uyarınca mezarı gizli tutulsa da, cesedi Onon ve Kerulen kaynakları yakınında, Burhan-Haldun dağları arasında bir yere gömüldüğüne inanılmaktadır.[3] Ondan sonra gelenler de buraya gömüldü ve heykelleri dikildi.Mezarının gizli tutulması için bir çok at mezarın üstüne gezdirilerek mezarın belırgınliği giderilmiştir.[4]

Dünya tarihindeki etkileri

Cengiz Han'ın Asya'yı birleştirmesiyle sınırlar ve gümrükler kalkmış, Asya'daki iktisadi yapı değişmiştir. Halklar arası ticaret artmıştır.
Hem Asya hem de Avrupa'daki sınırları sayesinde iki kıta arasında bilgi ve tecrübe akışını, kısa bir sürede olsa, sağlamıştır.Ayrıca Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki düşmanlığın gene kısa süreliğine olsada azalmasını sebep olmuştur.
Orta Asya'da yaşam süren Türk boyları Moğol akınları ile başta Anadolu olmak üzere birçok yere ya göç etmişler ya da Memlûkler olarak satılmışlardır.

Ölümünden sonra

Genelde bilinenin aksine, Cengiz Han Moğol İmparatorluğu'nun tamamını ele geçirmemiştir. Döneminde Hazar Denizi'nden Japon Denizi'ne kadar ilerlemiştir. İmparatorluğun genişlemesi 1227 yılından sonra Ögeday'ın yönetiminde olmuştur. Moğol orduları İran'ın tamamını, Çin'in tamamını da 1279 yılında ele geçirmiştir.
1230lu yılların sonunda, Cuci'nin oğlu Batu Han Avrupa'ya sefere çıkmış; Rusya'yı ele geçirmiş ve Orta Avrupa'ya kadar ilerlemiştir. Sübüdey Noyan'ın da desteğiyle o dönemdeki en güçlü Avrupa ordusu olan Leh (Polonyalı), Alman ve Macar ordularını 2 gün içinde bozguna uğratmış; Avrupa'nın da orduya bakış açısını değiştirmiştir.
Tului'nin oğlu Hülagû Han Orta Doğu'da günümüz Filistin'ine kadar ulaşmış, Abbasi Halife'sini de öldürmesi de günümüzde hâlâ Iraklıların Moğolları sevmemesini sağlamıştır.

Popüler kültürde Cengiz Han

Burnham Karnavalı'nda Cengiz Han tanıtımı
• National Geographic'in araştırmasına göre; Cengiz Han Dünya'da en fazla ırkı devam eden kişidir. (16 milyon kişi) .[5]
• Michael H. Heart'ın tarihin en fazla etki bırakan liderleri arasında 29'uncu olmuştur.
• National Geographic tarafından tarihin en önemli 50 politika lideri seçilmiştir.
• Bin yılın en büyük 10 kültürel efsanesi olarak 1998'de Dr G. Ab Arwel'ın araştırması sonucunda seçilmiştir.
Şöyle bir deyiş de vardır :Cehennemden çıkmış köpek gibiydiler yaktılar yıktılar ve gittiler ve dünyada yaşayan 250 kişiden birinin Cengiz Han'ın soyundan gelme ihtimali vardır.
Moğolistan'da Cengiz Han

Cengiz Han Sovyetler Birliği tarafından desteklenen komünist yönetimi dönemince aksini savunmak bir tabu olarak nitelendirilmiştir.[6] Ancak, Moğolistan'ın demokrasiye kavuşması ardından Cengiz Han'ın anıları Moğolistanlıların gururu olmuştur. Günümüzde de Moğolistan'ın gelmiş geçmiş en büyük ve efsanevi lideri olarak görülmektedir. Moğolistan'ın politik ve etnik kimliğinin var olmasında büyük önem taşır. Ayrıca zalimliğine değin başka görüş açılarına sahiptirler. Moğollar, Moğol olmayan inceleyenler tarafından yazılan tarihsel kayıtların Cengiz Han'ın barbarlığını abarttığı düşünürler. Cengiz Han ayrıca kültürel bir değişikliğe sebebiyet verip, Moğol dilini Uygur alfabesine göre uygulamıştır.
1990lı yıllarda, Moğolistan komünist rejimden çıkınca Cengiz Han bağımsız devletin bir simgesi hâline gelmiştir. Moğollar bu sebeple Moğolistan'a Cengiz Han'ın Moğolistan'ı kendilerine de Cengiz Han'ın çocukları demektedirler. Moğollar bu ismi bir çok ürüne, sokağa, binaya ve diğer yerlere de vermişlerdir. Ayrıca Cengiz Han'ın resmî para birimleri Tugrik'in ₮500, ₮1000, ₮5000 ve ₮10,000'in üzerinde bulunmaktadır. Başkent Ulaanbaatar'daki hava alanının ismi Cengiz Han Uluslararası Havaalanı'dır. Halk Cengiz Han'a büyük saygı duyar. 2006 yılında, tekrar başkentte Cengiz Han'ın ve oğullarının heykelleri şehir merkezine konmuştur.

METE HAN

Tahta çıkış

Babası Teoman, kendisi yerine üvey annesi Yenşi'nin oğlunu tahta çıkarmak istedi ve Mete'yi komşu kavim olan Yüeçilere(Yuezhi) rehin olarak gönderdi. Babası, ardından Yüezhi'lere savaş ilan ederek Mete'yi öldürttürmek istedi. Mete, babası Teoman Yüeçilerin topraklarına girmeden Yüeçilerin elinden kaçtı. Babası bu kadar zorlukları atlatmasının ardından hakkını vermek için emrine bir birlik verdi .Sonunda da Mete babasını,üvey annesi ve kardeşini öldürüp kağan oldu. (M.Ö. 209).[3][4][5]
Ok hikayesi
Çin kaynaklarına göre eğer okunu bir yöne yöneltirse emrindeki askerlerin hepsi o hedefe ok atarak hemen yokederdi. Bunu sıkça yapardı. Bir gün okunu en sevdiği atına çevirdi. Askerlerinden bazıları tereddüt etti. Bunun üzerine okunu sırayla tereddüt edenlerin üzerine çevirdi. Atına ok atmakta tereddüt eden askerlerinin hepsi atılan oklarla öldürüldü. Böylece küçüklükten beri oynadığı okunu hedefe çevirme oyunu emirlerinin tartışılmazlığını da perçinledi. Bir gün emrinde demir disiplini ile yetiştirdiği 10 bin askeri varken okunu babasının üzerine çevirdiğinde askerlerinden hiçbiri tereddüt etmemişti.[6]

Hun'un (Hiung-nu) yükselişi


Mete'nin hükümdarlığında ulaştığı sınırlar (M.Ö. 176)

Mete Önce Hunlardan toprak talebinde bulunan doğu komşuları Donghu üzerine yürüdü ve onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Yapılan anşlaşmada Donghular yıllık sığır, at ve deveden oluşan bir vergi ödemeyi kabul ettiler ve M.Ö. 208 yılında onları hakimiyetine aldı.
Donghu'yu yendikten sonra (Sien Pi ile Wuhuan'ın Donghu kökenli olduğuna dair tez mevcuttur) Kuzey Moğolistan'da yaşayan Tunguz gibi halkları da içine kattı. M.Ö. 177-165 yılları arasında Hunların güney batısında, Tanrı Dağları ile Gansu arasında yaşayan Yüeçilein üzerine seferler düzenledi.[7] M.Ö. 203'de Yueçi'yi mağlup ederek kendi toprağna kattı.[3]

Ordos'da hakim olmaya çalışan Tahin Türklerini yendi. Çin üzerine sürekli seferler düzenleyerek Sarı Irmak'ın güneyindeki kaleleri egemenliğine aldı. Bu zaferlerle, sonradan Hunlara büyük gelirler getirecek önemli ticari yollarının kontrolüne sahip oldu.[3]

Bölgede yaşayan Altay (Moğol, Tunguz ve Türk vb.) kavimlerini egemenliği altına alarak askeri ve stratejik olarak daha güçlü bir hale geldi.

M.Ö. 200'de Han Hanedanı imparatoru Gaozu'nun (Gao-Di) 320.000 kişilik ordusunu ile Kuzey seferine çıktığında Han piyade birliklerinin ulaşmadan önce 400.000 seçkin süvarisiyle Gaozu ve mahiyetindeki birlikleri Baideng (bugünkü Datong, Şanşi)'de Peteng Kalesinde kuşatmıştır. Gaozu (Gao-Di) Mete'nin eşine hediye göndermesi ve Mete'nin kuzey eyaletlerini Hunlara bırakma ve yıllık vergi ödeme gibi bütün şartlarını kabul etmesi sonucu kuşatmadan kurtuldu.[4] Gaozu paytahtı Çang'an(bugünkü Şian)'a dönebilirdiyse de Mete arada bir Han'ın kuzey sınırını tehdit etmiş ve nihayet M.Ö. 198'de Ganzu barış istemiş ve Han'ın prensesini Tanhu'nun eşi olması ve yıllık haraç ödemesi şartlarıyla antlaşması imzalanmıştır.

Çin savaşından sonra, Mete,Yüzehi ve Wusun'u Hun'un köleleri olmaya zorladı.

Saltanatı boyunca çoğu halklar Hun idaresi altına girdi. Onların tümünü, steplerin bütün göçebe atlı okçularını bir imparatorluk altında birleştirdi. Göçebe tebaalarından başka Mete ayrıca Tarım Havzası'nda kendisine bağlılık yemini eden vaha şehir devletleri kurdu. Onun hem askeri hem de idari yapılanması sonradan birçok merkezi Asya halklarında ve devletlerinde uygulandı.

İdaresinde, Asya'da ve hatta Çin imparatorluğunda muazzam korku saldı. Büyük bir savaşçı ve bir savaş taktiği ustasıydı ve Çinliler dahil pekçok imparatorluklara karşı mağlup edilemediği muharebeler kazandı. Ordusu savaş zamanında toplanan sivillerden oluşmuyordu. Onun yerine sürekli eğitimli ve savaşa hazır halde bulunan profesyonel askerlerden oluşmaktaydı. Hakim olduğu bölgelerdeki geniş tahıl ve yiyecek kaynakları ile ordusunu ayakta tutabiliyordu.[3]

Mete, M.Ö.174 yılında öldüğünde, birçok kavimleri çatısı altında birleştiren büyük bir imparatorluk geriye bıraktı. Bu imparatorluk yaklaşık 18 milyon k&msup2; büyüklüğe sahipti. İmparatorluğunun sınırları doğudan batıya Japon Denizi'nden İtil(Volga) nehrine ve kuzeyden güneye Sibirya'dan Tibet ve Keşmir'e uzanıyordu. Hunların karşılarında bulunan tek düzenli ve güçlü kuvvet olan Çin ordusunun, iç karışıklıklar nedeniyle idari zaafiyet içinde olması Mete'nin devletini kolayca büyütmesine sebep gösterilir.[3][4][5]

Kültüre yaptığı etkiler


Türkiye KKK arması

Yaygın kitle eğlence sektöründe Çin efsanelerinde geçen acımasız ve disiplinli komutan olarak tasvir edilen karakterlere, Modu, Şanyu gibi Mete'nin isimleri verilmiş ve bu yapıtlara Mete'nin Çin kaynaklarında geçen hayat hikayesinden kesitler aktarılmıştır.

Oğuz Kağan efsanesi
Ana madde: Oğuz Kağan Destanı

Türk destanlarında Çin ve Hindistan fetihlerinde söz edilen Oğuz Kağan'ın Mete olduğu sanılmaktadır. Destanda anlatılan Oğuz Kağan ile Mete'nin hayat hikayesinde birçok benzerlikler bulunmaktadır. Mete'nin hayat hikayesinin Oğuz Kağan efsanesinin tarihi temelini oluşturduğuna inanılır.[3][4][5]
Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluşu

Ana madde: Türk Kara Kuvvetleri#Sembolik kuruluşu ve amblemi

Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluş tarihi 1363 yılı olarak kabul edilmekteydi. Hüseyin Nihal Atsız 1963 ve 1973'de Türkiye Kara ordusunun kuruluş tarihinin Mete'nin tahta geçtiği M.Ö. 209 olması gerektiğini yazmıştır.[8][9]Atsız'ın görüşlerini benimseyen Yılmaz Öztuna da 1968'de Cemal Tural'a Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluş tarihinin M.Ö. 209 olması teklifini yaptı.[10] Sonraları, K.K.K kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak değiştirildi.

TÜRK HALKININ MİLLİYET BİLİNCİ VE MİLLİYETÇİLİK DUYGUSUNUN ZAYIF OLMASININ NEDENLERİ

1- Türklerin okuma ve yazmayı pek sevmemeleri, yeni nesillere, kültür ve bilgi birikiminin sağlıklı aktarımını engellemiştir.

2- Türk Tarihi araştırıcılarının çoğunluğunun Türk kökenli olmaması; hatta bazılarının Türk düşmanı olmaları, olayları ve gerçekleri saptırıp, insanların kafalarını karıştırmalarına neden olmuştur. Bu konudaki meşhur örnekler:

a) Macarlar, Bulgarlar, Kürtler, Etiler, Lazlar, Çerkezler, Moğollar bir Türk boyudur, safsatası.

b) Buna karşılık, Türk boyu olduğunda en ufak bir şüphe dahi bulunmayan, Uygur, Kazak, Saha, Başkurt, Balkar, Tatar, Peçenek ve Kumanların Türk boyu olmadıklarını ileri sürmek. Halbuki milliyetçiliği ve Turancılık kavramlarını ortaya çıkarıp, bunun felsefesini oluşturanlar Tatar ve Başkurt aydınlarıdır.

c) İslamiyet öncesindeki Türklerin tek Tanrı inancında (Hanif Dini) olmayıp, putperest (Totemci, Çok Tanrılı) olduklarını iddia etmek.

d) Dini inançla, etnik duyguyu birbiriyle karıştırmak, din ile milli kültürü birbirine zıt kavramlarmış gibi göstermek. Türkçe ad koymayı putperest ismi vermek ve dolayısıyla günah olarak göstermek. Hz.Muhammed, İslam Peygamberi ve Müslüman olduğunda 40 yaşındaydı, arkadaşlarının çoğunluğu da öyle, hangileri Müslüman olunca sünnet oldu ve Arapça adını değiştirip Müslüman adı aldı? Peygamberimiz, çocuklarımıza güzel, anlamlı ad vermemizi istemiş, yoksa Arap adı verin dememiş.' Arapça adlar nereden Müslüman adı oluyor? Ad verme konusunda Türk tarihinden bir örnek verelim:

Alper Tunga'yı; İranlı'lar Afrasyap, Araplar Dahhak, Çinli'ler Mete'yi Maotun lakabıyla anarlar. Genelde Tarihçiler Tunga, Oğuzhan ve Mete'yi birbirinden ayrı üç kişi veya aynı kişi olarak gösterir. Bu durum başka hükümdarlar içinde söz konusudur. Örneğin; Timuçin Moğol Hakanı olunca, Kurultayda Cengiz unvanı verildi. Osmanlı Sultanlarından; İstanbul'u fetheden 2. Mehmed'e Fatih, Bayazıt'a Yıldırım, Selim'e Yavuz, Süleyman'a ise Muhteşem ve Kanuni, yine Osmanlı Kaptanı Hayrettin'e Barbaros (Kızıl Sakallı) adı, Türkler veya yabancılarca verildi. 1934 yılında Soyadı Kanunu kabul edilince, T.C. Devletinin kurucusu Mustafa Kemal'e, ATATÜRK soyadı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce verildi.

3- Cumhuriyetten önceki Türklerde soyadı kullanılmaması: Türklerde soyadı geleneğinin olmamasını, göçebelik şartları, gelir azlığı ve bir de okur yazarlık oranının düşüklüğü gibi nedenler etkileyerek, akrabalık bağının kısa sürede kopmasına, paylaşacak ortak geçmişi olmayan insanların birbirinden uzaklaşmasına dolayısıyla milliyetçilik bilincinin doğmadan ölmesine yol açmıştır. Soyadı yokluğu nedeniyle insanlar birbirini tanımlayabilmek için; Çolak, Topal, Köse, Göde, Kör gibi lakaplar üretip, birbirini üzmüş ve bu durum da sosyal barışı engellemiştir.

4- Türklerde anlayış, yardımlaşma ve paylaşma duygularından daha çok kıskançlık güdüsü hakimdir. Davranışlarını, mantıktan ziyade korku ve beklenti yönlendirir.

5- Yahudi, Japon, Çinli, Kürt ve Lazlardaki milliyetçilik bilinç ve duygusu Türklerde yoktur. Örneğin: Tunceli-Mazgirtli; kış günü uzak bir köyde ölen akrabasının cenazesine 2-3 metre kara ve fırtınaya rağmen gitmekte, İstanbul'da aynı mahalleye oturup varoş, gettolar oluşturabilmektedir. Durumu iyileşip iş kurunca kendinden olanı işe almakta, kendinden esnafla alış veriş yapmakta ve kendinden olan sanatçının müziğini dinlemektedir.

6- Savaşlar ve yenilgiler sonucu Türk Boyları Ön Asya’ya göç etti. Anayurdundan uzak düşen, geleneksel yaşam biçimini terk eden, Türk kültürünü, eski Türk adlarını bırakan, ulusal bilincini yitiren, yönetirken yönetilen kuru bir kalabalığa dönüşen bu halka; sanki öksüz, adsız, yoksul göçmenlermiş gibi; Yörük, Türkmen ve Macır denildi.

7- Türkiye toprakları ve Türk Halkı, 1071’den buyana Türk Devlet yönetiminde kaldığı halde Alpaqut, Apa-Altun Apa gibi Türk Boyları; Batı Kültürü, şehirleşme ve teknoloji karşısında asimilasyona uğrayıp, Türk kimliğini yitirip; cahil ve yoksul kuru kalabalıklar arasında kaybolup gitmişlerdir!

8- İsveç, Danimarka, Belçika, Fransa gibi devletler niçin Türklük düşmanı? Nedeni İskit, Peçenek, Kuman-Kun, Kıpçak Türk Akınları ile Selçuklu ve Osmanlı Devletleri ‘nin Batı seferleri. Yine, Haçlı seferlerindeki yenilgi ve kayıpları! Türkler, ne tavizi verirse versin; Türklüğünü inkaredip, dinini değiştirsin yine batı kinini sürdürür. İşte Bosna-Hersekte yaptıkları, Kızılderili soykırımı , Bulgaristan Batı Trakya ve Gagavuz Türklerini dışlaması…!

9- İskit, Kun, Göktürk gibi eski Türk Devletlerinin de Devletin batısınırı; DEMİRKAPI GEÇİDİ olarak tanımlanmış. Tarihçelere göre DEMİRKAPI; Azerbaycan-Dağistan arasındaki Derbent. Diğer bir görüşe göre ise Maceristandaki Tuna suyu kıyısıdır.

10- Irak Türkmenleri; 1918-1925 yılları arası Türkiyeden koparıldığı halde niçin ABD, arap ve Kürt zulmüne karşı birleşip tek yürek, tek yumruk, tek ses olmuyor. 2-3 milyon Türk soylu Halk, 32 ayrı sosyal ve 18 sitasi guruba bölünmüş. Irakta, 48 Türk Boyundan; Azeri, Akkoyunlu, Abdal, Avşar, Beydili.Bekdik, Barak, Bayat, Kıpçak, Karakoyunlu, Kaçar, Kaşkay, Kuman, Peçenek, Saka, Türkmen, Terekeme ve Yörükler yaşıyor, İ.Ö.1000-500, İ.S.200-400, 637-900, 1040-1400 yılları arası bölgeye gelip yerleşmişler. 1918’den buyana bir lider çıkıp bu Türk Boylarını, Turam Kimliği ve Türklük Hedefi etrafında birleşip özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini başlatamamış. Türkler dikkate alınmayan, itilip kakılan bir sosyal grup olmuş. Dahada kötüsü; Arap ve Kürtler; ayırımcılık yapmasa, dışlanmasa, kendinden kabul etse; bir tek bile Türk grubu çıkıp biz Türküz demeyecek! Arapça, Kürtçe konuşmaya asimile olup silinip gitmeye çoktan razılar. İslamı, Araplaşmak olarak algılamışlar..! Halbuki bütün Irkları, dilleri ve inancı, sınav için yaratan Tek Tanrı. Ayrıca Irak Türkleri Suni ve Şii olarak tekrar ikiye bölünmüş!

TÜRKLERLE İLGİLİ YANLIŞ VARSAYIMLAR

Tarihçiler iyice bilmediklerinden veya kasıtlı olarak Türk boylarıyla, diğer halkları veya Türk Devletleriyle, yabancıların kurduğu devletleri karıştırmışlardır. Bulgarlar gibi azılı Türk düşmanı olan bir kavmi bile Türk gösterme garabetine düşmüşler veya Türklerle, ilgisiz icatları Türkler buldu diye, gençliği yanıltıp kafaları bulandırmaya çalışmışlarıdır. Örnek;

A- Halklar:

-Kazak Türkleriyle; Slav Kossaklarını aynı, Oğur Kavmi olan Macarları; Türk,

- Moğolları; Türk,

- Balkar Türkleriyle; Slav Bulgarlarını (proto Bulgarlar degil) aynı,

- Fin Oğurlarını; Türk,

- Abdal Türk boyu ile ayrı bir millet olan Cingenleri aynı.

- Başkurtlar ile Kürtleri, karıştırmış veya dili Hind-Ari Dil grubundan olan ve bir İran kavmi olan Kürtleri; Türk boyu,

- Uygur Türklerini; Çinli. Tatar Türklerini; Moğol. Kırgız ve Kazak Türklerini; Moğol. Özbek Türklerini; Moğol. Yörükleri; Tahtacı, Alevi. Yörükleri; Türkmenlerin bir kolu olarak göstermişlerdir.

- Göktürk ve Yenisey-Elegeş Kitabelerinde, Orhun Alfabesiyle yazılıp sağdan sola doğru okunan Türk kelimesini; KURUT, Krüt olarak soldan sağa okuyup, Kürtlerin adı Orta Asya Türk anıtlarında geçiyor iddiası. Bu Kitabelerde Çinli ve Soğd adı da geçiyor, bu durum onların Türk olduğunu mu gösterir? Müslüman inancındaki Gürcü Acaraları; Türk.

B- Devletler

- İ.Ö. 2000-1200 yıllarında Anadolu'da kurulan Hitit Devleti'ne; Türk diyerek,

Anadolu'yu ilk çağlardan beri Türk yurdu olarak göstermek.

- Güney Irak’ta kurulan Sümer Devletine; Türk iddiası!

- Fas ve Tunus’ta Yaşayan Göçebe Tuareklere; Türk.

-Çanakkaledeki Truvalılara; Türk.

C- Yanlış Yorumlar, Görüşler:

- Bütün diller Türkçe'den türedi; Güneş Dil Teorisi.

- Türkler Orta Asya'da kuraklık, kıtlık olunca; Hindi Çini, Pasifik Adaları, Hindistan, Avrupa, Afrika ve Amerika'ya gittiler gibi, tarihin doğrulamadığı hayali göç yolları haritası çizmek.

- Etiler'in Türk olduğunu ileri sürüp, Anadolu'nun ilk çağlardan beri Türk Yurdu olduğunu iddia etmek. Etilerle ilgili yüzlerce yazılı tablet bulundu. Dillerinin Türkçe'yle ilgisi bile yok.

"Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlılar, 4-7 cephede aslanlar gibi çarpışıp, destanlar yaratarak zafer elde etmişler, ancak müttefikleri Almanlar yenilince Osmanlılarda yenik sayılmış. Yenilmediği halde Padişahtan habersiz Başbakan; ordunun terhisi, silahların teslimi ve ülkenin işgalini kabul anlaşması imzalamış...! "

D- Kasten Çıkarılan, Asılsız Varsayımlar:

- Lale soğanını Türkler geliştirip Avrupa'ya tanıttı.

- Kubbeyi Türkler buldu, Avrupa'ya Türkler öğretti, İstanbul’daki Ayasofya Kilisesi Camisi-Müzesi ne zaman yapıldı ?

Türkler, Avrupa ve Ortadoğu ülkelerine medeniyet, adalet götürdü. -Türkleri çiçeklerle karşıladılar. Kardinal, "Osmanlı sarığı görmeyi serpuş görmeye tercih ederim" dedi.

Osmanlı Devleti'nde demokrasi ve laiklik vardı.

İbni Sina ve Biruninin eserleri yüzlerce yıl Batı Üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuldu: Bu bilim adamlarının kitapları, sapıtmış felsefeci diye Osmanlı Medreselerinde dahi okutulmadı.

- Amerika'yı keşfeden Kristof Kolomb'un yanındaki denizcilerden ikisi Türk'tü...gibi. Bunların doğruluğunu tartışmak, yararsız, zaman öldürücü bir uğraş olur.

İNANÇLI VE İDEALİST OLMAK NEYİ GEREKTİRİR ?

Politikacı ve bürokratların çoğunluğu lafa gelince Türk, Atatürk milliyetçisi ve İslam inancında olduklarını söylüyorlar. Ancak davranış, uygulama ve olaylar, bu sözleri pek doğrulayıcı gözükmemektedir. Bu kavramlar, içtenlikle benimsenerek ve yerli yerinde kullanılmadığından, yeni nesilce yeterli ve gerekli kabulü görmüyor. Ülkeler, dürüst, inançlı, idealist ve fedakar insanlarla kalkınabileceğinden, maalesef Türkiye'de bu nedenle ileri gidemiyor. Örnekler;

1- Atatürk'ün yazdığı, Osmanlının çöküşü ve Kurtuluş Mücadelesinin verilme şartlarını anlatan Nutuk adlı eser, okullarda ders kitabı olarak okutulmadı. Bunun yerine, yazarın bakışı veya ders anlatan öğretmenin kapasitesi, zihniyet ve yorumuna göre farklılık taşıyan Atatürk İlkeleri ve Inkılap-Cumhuriyet-Devrim Tarihi, Coğrafya dersi gibi okutuldu. Böyle olunca, Türk gençliğinin çoğunluğu Atatürk'ü anlayıp, sevip, Atatürk devrimlerine sahip çıkıp, Atatürk milliyetçiliğini benimseyebildi mi?

2- Çin gençlerinin, Rus aydınlarının çoğunluğu; Çin, Rus milliyetçisi. Milliyetçilikleri, solculuk ve komünistliklerinden önce geliyor veya milliyetçi komünistler. Bizde ise öğrenci, memur ve isçiler, bilgisiz ve bilinçsizlikten hükümetle, devleti ayıramıyor. Hükümetin yanlış karar ve davranışlarını protesto için, toplumun malı olan okul, yurt, yemekhane, makine, araç-gereç ve ağaçları kırıp yakıyor. Trafiği aksatıp insanlara zarar veriyor. Protestoyu yerinde, zamanında, doğru kişiye ve hukuka uygun olarak yapmıyor. Mazlumken, zalime dönüşüyor. Öğretmenler; öğrencilere, bunu ilkokuldan üniversiteye dek, aileler ise; çocuklukta, gençlikte, niçin evlatlarına bunu anlatıp öğretmiyorlar, anlamak zor. Yabancılar milliyetçiliği, komünizmi, solu, topluma hizmetin bir aracı, yolu, yöntemi olarak görüyor ve kullanıyor.

3- Mîllî ve yüksek bir edebiyat ile bilgili, bilinçli ve idealist bir gençlik, yükseköğretimle sağlanır. 1999-2000 öğretim yılı için Üniversite giriş sınavlarına 1.5 milyon öğrenci başvurdu. Fakülte ve Yüksekokullara ancak bunların %30’u alınacak. Japon kalkınmasının altında; ne tarım, ne maden, ne de petrol var. Japon gelişme ve refahı; halkın tümünün 12 yıllık temel eğitimden geçmesi ve çoğunluğunun yine teknik dalda yükseköğrenim görmesine dayanır. Japonya'da devlet ve özel 400 Üniversite, ABD'de ise 1-3 yıllık Meslek Yüksekokulu ile birlikte 2 bin Fakülte ve Yüksekokul var. Bizdeki üniversite sayısı ise 65. Sanki bir zihniyet Türk Milletinin okuyup, bilgilenmesini, bilinçlenip ülkeye sahip çıkmasını istemiyor.

4- Türkiye'de Türkler ve sağcı iktidarlar; yıllardır malum çevrelerce, Turancılık, faşistlik, ırkçılık, Türk Milliyetçiliği yapmakla suçlanmaktadır. Peki o zaman niçin Türkiye'de Büyük Türk Milliyetçileri; Oğuz Han, Alper Tunga, Bilge Kağan, Gültekin, Alişir Nevai, Mahmut Kaşgarlı veya Turan adını taşıyan bir Türkiye Cumhuriyeti Üniversitesi yok! Yine göçebeliği bıraktırıp Türkleri yerleşik hayata geçiren, ilk Türk şehrini kuran Uygur Hakanı Kutluk Bilge Gül Kağan'ın ve Anadolu'yu Türklere vatan, yurt yapan Alparslan ve Kutalmış oğlu Süleyman Şah'ın adları; hangi ilimize, şehrimize ad olarak verildi? İstediği kadar planlanıp konuşulsun, tarlaya buğday ekilmedikçe, buğday hasadı yapılamazsa, Milliyetçilikte günlük yaşama geçirilmedikçe, sözle oluşturulup yaşatılamaz ve bir anlamda taşımaz. Ulusunu sevmek, Ülkesine hizmet etmek; ne solculuğa ters, ne de dine aykırıdır.

5- Anadolu'daki ilk Türkçecilerden Aşık Paşa'nın Garipname adlı eseri, günümüz Türkçe'siyle hiçbir hükümet tarafından bastırılmadı. Ne bir kitabevinde satılıyor, ne de bir kütüphanede okunmak için bulunuyor.

6- Yine ilk Türkçe eserlerden Divanı Lügatit Türk, Lehçetül Hakayık, Şecerei Terakime gibi eserler; yakın zamana kadar, günümüz Türkçe'siyle basılıp, öğrencilerin ve halkın bilgisine gereğince ve yeterince sunulmamış. Okullarda bu kitaplardan örnekler okutulmamıştır. Halkın çoğunluğu, Türk Milletinin bu kilometre taşlarından habersiz.

7- 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik Bayramı kutlama törenlerinde öğrenciler, spor hareketlerini, Kırşehir'de Ajda Pekkan'ın bir müziği ile yapıyor. Böyle müzik seçilirse, böyle duyarsız gençlik olur. Bu milli bir bayram; müzik olarak "Hoş Gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa" parçası kullanılabilirdi.

8- l991'den sonra Türkistan'dan; öğrenim yapmak için Türkiye'ye gelen Türk asıllı öğrencilere, ne Solcular, ne Akıncılar-Milli görüşcüler, Nurcular, Süleymancılar ne de Ülkücü ve MHP'liler sahip çıkmadı. Türkiye'yi tanıtıp, kopan bağı, iletişimi yeniden kurmak mümkün iken bu fırsat kaçırıldı. On bin öğrencinin çoğunluğu ilgisizlik hatta kötü muamele nedeniyle geri döndü. Bu öğrencilerin çoğunluğunuda, istekleri dışında önemsiz ve ülkeleri için yararsız programlara yerleştirdiler. Hem okuyup, hem de Rusça tercümanlık yaparak çalışmasına ve daha iyi şartlarda eğitim görmelerine izin verilmedi. İşte calışabilselerdi; sade Türk halkını ve Cumhuriyet rejimini; yakından tanımış, bilgilenmiş olacaklardı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nde misafir öğrencilerle ilgili değerlendirme ve onlara yönelik davranışlardan örnekler: "Siz olmasanız okula bir Türkiyeli daha alınacaktı. Sizin yüzünüzden yurda giremedik... İnançsız, pis, yalancı, hırsız, serseri mayın, ayaklı bela..." gibi tanımlamalarla karalanıp, hatta bazı okullarda dövüldüler. Afrikalı, Yugoslavyalı futbolculara gösterilen ilgi ve Türk misafirperverliği bu öğrencilere gösterilmedi! Bu öğrenciler, ülkelerinde Türkiyenin onursal konsolosu olurdu. Ülkesiyle Türkiye arasında kesilen bağı , iletişimi yeniden kurardı.

9- 1991 yılında bağımsızlığına kavuşan yeni Türk Cumhuriyetlerine yeterli kredi verilmedi. Yapılan anlaşmalara zamanında ve gereğince uyulmadı. Rusya'dan, ABD'den çekinip onlarla ciddi ticari, kültürel ve siyasi ilişkilere girilmedi. Rusya'nın, batılı şirketlerin, sattığı fiyatın yarısına olduğu halde, Türkmen doğalgazı veya Azeri petrolü alınmadı. Rusya veya ABD petrol şirketlerinden alım sürdürüldü.

10-Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya'daki Bulgaristan, Yunanistan, Suriye, Irak, İran, Rusya ve Çin gibi devletler içinde, azınlık olarak yasayan Türk topluluklarının, insani, ekonomik ve kültürel sorunları, olumlu bir yaklaşımla, Birleşmiş Milletlere iletilip sorunlarına çözüm aranmadı. Dünyada başka Türk yokmuş gibi davranıldı. Uluslararası hukuk çerçevesinde bu Türklerle iletişim kurulup, onlara insani ve kültürel açıdan yardımcı olunmadı.

11-Emir Timur ve Akkoyunlu Uzun Hasan döneminde yazdırılan Türkçe Tefsirler, günümüz Türkçe'siyle yayınlanıp, Türk halkının bilgisine sunulmadı.

12-Oğuz Kağan, Alper Tunga, Su, Ergenekon, Manas, Dede Korkut gibi yüz civarında Türk Destanı, okullarda ders konusu olarak okutulup, sınıfta tartışılmadı. Yine öğrencilere yalnızca kronolojik olarak siyasi ve askeri tarih okutuldu. Türk Devletlerinin büyüme ve çöküş sebepleri sınıfta tartışılmadı. Tarihin, mukayeseli olarak, bilim ve sanat tarihini de kapsayacak biçimde okutulması gerekir.

13-Lafla, hamasi nutuklarla, törenle, bayramla, kutlamalarla veya zorla Türk milliyetçisi olunamaz, durumda ortada, olunamamıştır da. Milliyetçilik; millete hizmettir, milletin kültürel değerlerine saygıdır, milletin hayatını kolaylaştırıp, güzelleştirmektedir. Türk vatandaşlarının, Amerikan vatandaşı gibi; Avrupa gümrüklerinde, hudut kapılarında; bekletilmeden, itilip kakılmadan, hoş geldiniz, güle güle denilerek insanca davranılmasının, sağlanmasıdır. Milliyetçilik, "1 TL =1 ABD Doları" formülünün hayata geçirilmesidir. Milliyetçilik, orduya; Alman G-3 silahı ve Alman patentli mermi kullandırmak olmasa gerek. Devletimizin üst görevlilerinin, Alman malı Mercedes ve BMV araçlara binmesi, milliyetçilikle ne kadar bağdaşır, varın siz düşünün...! Kötü insanlar, tarihin her döneminde, her ülkede olmuşlar ve ola geleceklerdir. Tümüyle önlemek mümkün değildir. Ancak devletler, eğitim ve caydırıcı, etkili yargı sistemi ve ceza ile bunu en aza indirebilir. "Türklerden veya Müslümanlardan katil çıkmaz" deyişi de yanlıştır. Hırsızın dini, milliyeti olmaz, hırsız hırsızdır... Türkiye'de halk, bilgisiz ve bilinçsiz. Cahillik, yoksulluk, hastalık sırtına binmiş. Halkın çoğunluğu kitap, dergi, gazete okumuyor. 26 büyük gazetenin günlük tirajı; 3 milyon civarında. Ülkede 62 milyon nüfus ve 37 milyon seçmen var. İnsanların çoğu Başbakanın adını bilmiyor. Cumhuriyet, hele demokrasiden hiç haberi yok. 29 Ekim 1998 günü, Kırşehir'de, Cumhuriyetin 75. Yılı Kutlamaları nedeniyle halkın %70' i ev ve işyerlerine T.C. Devletini temsil eden Türk Bayrağını asmadı ve törenlere katılmadı Kırşehir merkez nüfusu 75 bin. Valilik, halka,evlerine asması için 10 bin bayrak satın alıp,dağıttı!

14-Brüt Asgari ücret; 78 milyon TL. Memurların %70'i; 90-150 milyon TL. aylık ücret alıyor. Milletvekilleri ödeneği; aylık 1.5 Milyar TL. Ayrıca 740 milyonda görevde iken bile emekli maaşı alıyorlar. Devlet, geliri yetersiz üniversite öğrencilerine, ayda 16 milyon TL. burs veriyor. Hemen aklınıza; "Üniversitelerde öğrenciler niçin sık sık olay çıkarıyor? Sağcı ve Solcu olarak ikiye bölünüp, nasıl kolaylıkta tuzağa düşerek, kötü niyetlilere alet oluyor, kendini kullandırıp arkadaşlarına ve okullarına zarar veriyor?" düşüncesi gelmiştir. Emekli aylıkları da 70 ile 150 milyon TL. arası. Bu durumda asgari ücretli ve memurlar ya üniversitede çocuk okutmayacak veya kendi yemeyip çocuğunu okutacak. Birinden biri sağlıksız ve huzursuz olacağından, dengeli ve demokrat davranamayacaktır.

SOSYAL YANLIŞLAR

Tarihi konularda yanılgıya düşmemek için, 'tümevarım değil, tümdengelim metodu uygulamak, yani varolandan, sonuçtan, kabul gören olgulardan yola çıkarak başa, geriye, bilinmeyene doğru gitmek bizi daha sağlıklı bir senteze götürür.

Bazı yazarlar yerinde ve karşılaştırmalı gözlem yapmadan yalnızca isim benzerliğine dayanarak yanlış yorumlar yapıp insanların akılarını karıştırmışlardır. Örneğin:

1- Halen Kuzey Kafkasya'nın Kabartay-BALKAR özerk bölgesinde yaşayan, tarihte de İdil Kıpçak-Tatar-Balkar Devleti'ni kuran ve yine Karaçay ve Karaylarla Hazar Devletinin kuruluşuna katılan Balkar Türklerini, Slavların bir boyu veya diğer bir teoriye göre, Ural-Fin-Ogurlarının bir boyu olan Bulgarlarla karıştırmışlar ve bu iki gurubun aynı boy ve Türk olduğunu ileri sürmüşlerdir. İdil Balkarlarından bir kol; Uz, Kıpçak, Kuman ve Peçeneklerle Tuna boylarına gitmiş olabilir. Ancak en sağlıklı görüş, Hazar ve Avarlara tabi olarak Hazar Denizi Kuzeyinde yaşamakta olan Slav Bulgarlarının Tuna Boylarına göçmeleridir. Osmanlılar Bulgarlar için Voynuk-Viynuk tabirini kullanmışlardır. Dilleri, fizyolojik yapı ve kültürleri farklıdır. Balkanlarda kurulu olan Bulgaristan Devleti'nin Türklerle ilgisi yoktur. Hatta tarihte 500 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmalarına rağmen, Türklere düşmanlık yapan milletlerin başında gelmektedirler. Günümüzde 500 bin-1.5 milyon arası, Bulgaristan'da Türk asıllı insan yaşamakta olup, Bulgarlarla bir türlü uyuşamamaktadırlar!

2- Kıpçak Türklerinden olan Kazaklarla, bir Slav boyu olup, Ukrayna'da yaşayan Kozakları (Kozaçi-Ukrain-Kossak-Don Koczak'ları); birbirleriyle karıştırmak, Kossakların Türk olduğunu ileri sürmek. Ukrayna Kozakları Türk değildir ve yüzlerce yıl Kırım Tatar ve Nogay Türkleriyle savaşmışlardır. Aralarında dil, din ve kültür birlikteliği yoktur.

3- Müzikle uğraşmaları ve tenlerinin esmerliği nedeniyle Abdal Türkleriyle Çingeneleri birbiriyle karıştırmak. Abdallar bir Türk boyudur. İran'ın doğusu, Afganistan ve Kuzey Hindistan'da (350-557 yılları arasında) Akhunlar Devleti'ni kurmuşlardır. Selçuklular döneminde Horasan bölgesinden Anadolu'ya gelmişlerdir. Çingeneler- Romanlar ise, dünyadaki 72 milletten biridir. Türklerle ilgisi yoktur. Araştırmacılara göre, Anadolu'daki Çingeneler, Hindistan, Mısır veya Yugoslavya ve Romanya'dan gelmişlerdir. Çingeneler; Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan, İtalya, Fransa, İspanya, Almanya, Macaristan ve Rusya'da yaşamaktadırlar.

4- Tarihte ve günümüzde ülke ve halk adı birbirine benzeyen milletler vardır. Ancak bu benzerlik onların aynı ırktan olduklarını göstermez. Örneğin; Avusturya ve Avustralya, Hindular ile Kızılderililerin (İndian) aynı adla tanımlanmaları, İsveç ile İsviçre, Bir devlet adı olan Hazar Kelimesi ile Arapça Hazar kelimesi, Erivan- Van, Hayvan ile Yayvan kelimeleri hece benzerliği, bunların aynı dilden alındığını göstermez. Yine Hitit-Eti ile Etiyopya-Habeşistan gibi.

5- Devlet yöneticileri yanlış düşünüp, hatalı uygulamalar yaparak devlet düşmanlarına bilmeden hizmet etmektedir. Örneğin, nüfus sayımlarında halkın anadili-etnik kökeni sorularak, Türkiye'nin gerçekçi şekilde bir etnik haritası çıkarılıp, azınlıkların tam sayısı belirlenebilirdi. Azınlıklarda kendilerini fazla gösterme veya ses çıkaracak terör olaylarıyla varlıklarını kabul ettirme çabalarına girişmezdi. Azınlıklar yok farzedilerek, onların kültürel istekleri duymazdan gelinerek, azınlık sorunu halledilemez. Suriye, Yugoslavya, Bulgaristan, Gürcistan, Çin gibi devletler; "Siz azınlık değilsiniz, bizim bir parçamızsınız, aynı milletiz" gibi dayatma ve zorlama yöntemlerle azınlık sorununu çözemedi. Bir insan kendini hangi millete mensup görüyor, hissediyorsa, o millettendir. Ulusçulukta; kanbağından, fiziki görünüm, konuşulan dil ve bulunulan coğrafyadan daha çok ait olma duygusu önemlidir. Güvenlik Bakanlığı içinde etnik gruplara ait masalar oluşturulmalı. O etnik grupların, tarih içinde yaptığı ayaklanma ve terör olayları belirlenerek, ülkenin huzur ve güvenliği için yeni planlar hazırlanıp, önlemler geliştirilmelidir. Türkiye; Bulgaristan, Arnavut, Yunanistan, Ermenistan ve Arap ayaklanmaları ile 1925 Şeyh Said,1938 Dersim ve 1984'de PKK örgütünün başlattığı silahlı hareketlere, habersiz ve hazırlıksız yakalanmıştır. Terörle mücadelede, 1999 yılına gelindiği halde, 15 yıldır soruna, gerçek bir teşhis konulamadığından kalıcı bir çözümde üretilmemiştir. Başbakanın açıklamasına göre, "30 bin kişi bu PKK terör olayında ölmüş ve Türkiye 100 Milyar Dolar zarara uğramıştır... irtica, PKK teröründen daha tehlikelidir."

6- Resmi söyleve göre; Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudiler dışında Türkiye'de azınlık yoktur. T.C. Devleti sınırları içinde yasayan herkes Türk vatandaşıdır denildiğinden ve etnik grupların hepsinin iyiniyet taşıyacağı öngörülüp, dürüstçe çalışıp vergi vererek, bu ülkeye hizmet etmesi beklenildiğinden, uluslar arası hukuka uygun olarakta olsa, geleceğe yönelik hiçbir önlem geliştirilmemiştir. Bu gruplara mensup insanların kimisi korkusuzca ve açık şekilde: Hınçal, Öcal, Öcalan, Savaş, Vural gibi ad ve soyadları alırken, bazıları da zarar görmemek için, Türklükle biyolojik veya kültürel ilgileri olmadığı halde, Orta Asya Türklüğüne ait adlar almaktadır. Türk, Öztürk, Avşar, Tekeli, Bayındır, Tatar, Asıltürk, Oğuzhan, Orhan, Özbek, Türkmen, Bozkurt, Baykal, Talas, İstemihan, Bilge gibi. Halkın ise; bu kişilerin yaptığı devlet düşmanlığına, bir de ad ve soyadlarına bakarak akılları karışmaktadır. Azınlıkların ileri sürdüğü tahmini rakamlara göre, Türkiye'deki 27 etnik grubun toplam nüfusu 120 milyonu geçiyor. Türk kökenli vatandaşlarda bu sayıya dahil değil. Türkiye nüfusu ise, 1997 yılı sayımına göre sadece 62 milyon. Türkler, Türkiye'de azınlıkta kalsa, herhalde 79 yıldır devletin Türk adı da, Türk dili de silinir giderdi. Resmi söyleve göre, Lozan Antlaşmasıyla kabul edilen azınlıkların oranı yüzde birdir.

7- "Kimin ailesinde Ali, Haydar, Hasan, Hüseyin gibi isimler varsa, onların aslı Alevidir" Bu yorumda "Alevi olunmaz, Alevi doğulur" sözü gibi demogojik, anlamsız, bir görüştür. İslam dini, Müslümanlara, Hz, Muhammed ve onun ailesini (Ehli Beyti) sevmeyi ve sahabeleri hayırla anmayı emretmiştir. Ayrıca bağnaz din adamları da, "Çocuklarınıza, islami isim koyun; onlara Kuran'ı Kerim'de geçen isimlerden veya Ehli Beyt'in adını verin" diye sürekli telkinde bulunmuşlardır. Alevilik bir inançtır. İsteyen istediği zaman, Alevilik inancına girer veya çıkar. Alevilik belirli bir ırka özgü inanç da değildir. Halen Arap, Arnavut, Fars, Hindli, Kürt ve Türklerden insanlar, Alevi inançlarını sürdürmektedirler.

8- Tarihte ve günümüzde; toplumun geri kalması, ileri gitmesi, girilen din, hükümetlerin uyguladığı siyasi politikalar, insanların benimsediği felsefi görüşler; doğuştan varolan, bir gruba ait olma, yani milli kimlik duygusunu silememiştir. Hz.Muhammet ve 4 Halife döneminde mezhepler yoktu.Mezhepler, bidat ve hurafedir. K.Kerim’in hangi ayeti, mezhebe girin diyor!

a) İslamiyet nazari olarak; ümmetçiliği ve Müslümanların kardeş olduğunu, Arab'ın Aceme, beyazın siyaha üstün olmadığını, Müslümanların bir binanın tuğlaları gibi birbirine eşit olduğunu bildirmiş, ancak Araplar, Arap Milliyetçiliği yapmıştır. Veli, Evliya,, Halife-Emirülmüminin, Tarikat Şeyhi, Alevi Dedesi-Babası, İslam Alimi, Mürşit , Kuran-ı Kerim yorumcusu olmak için Arap kökenli, hatta Ehli Beytten olmak gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Kendilerini Kavmi Necip olarak tanımlarken, Türkleri; İslam alimlerinin kötü gördüğü Yecüc-Mecüc ve Kantura Kavmi olarak göstermişlerdir. Türk'ten evliya olamayacağını, Türklerin "Etrakı bi İtrak" olduğunu ileri sürmüşlerdir. Halende aynı zihniyet sürdürülmekte olup, Türkiye'deki Diyanet İşleri Başkanlığının, dini günlerle ilgili hesaplamaları kabul edilmemekte, Suudi Arabistan; Türkiye'den birgün önce oruca başlamakta, bir gün önce bayram yapmakta ve bir gün önce Hac ibadetini başlatmaktadır.

b) Yine komünist sistemin ideolog ve uygulayıcıları, Sosyalist düzende insanların eşit olduğunu, halkların farklı uygulamaya tabi tutulup sömürülemeyeceğini söylemişlerse de; Rusya, Yugoslavya ve Çin örneğinde görüleceği gibi; Rus, Sırp ve Çin milliyetçiliği yapılmış. O topraklarda yaşayan Moğol, Tibet, Türk, Arnavut, Boşnak gibi halklar dışlanmış, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş, üst yönetim görevlerine getirilmemişlerdir.

c) Çağımızın en büyük devleti ve demokrasinin hüküm sürdüğü ülke kabul edilen USA'da bile; Anayasa ve kanunlara göre insanlar eşit denilse de, Güneydoğu Asya Kökenliler, Kızılderililer, Zenciler ve Hristiyan olmayanlar; ticari hayatta ve bürokraside geri plana itilmekte, yükselişleri engellenmektedir.

9- Sorunlar, olduğu gibi kabul edilir ve sorun olmaktan da çıkarılmak istenirse, ülke şartlarına ve uluslar arası hukuka uygun, gerçekçi çözümler üretilerek, samimi uygulamalarla halledilir. Her şeyin bir kuralı vardır. Örneğin; Yangına körükle gidilmez, alev alan benzine su dökülmez. Ateş közü elle değil, maşayla tutulur, maşanın da demirden olması gerekir gibi. Bu kurala uyulmazsa, kişi ya kendine, ya da çevresine zarar verir. Toplumsal ve bilimsel kurallara uyulmaması, toplumda huzursuzluk ve anarşi yaratır, ülkeyi de geri bıraktırır. Yanlış tespit, yorum, teşhis ve uyarıyı dikkate almama; yanlış uygulama ve tedaviye yol açar. Para, emek, zaman boşa gider ve sorunda çözülmez. Sorunlu ülke insanı, güvenli, huzurlu ve mutlu olamaz, sağlıklı düşünüp, dengeli ve doğru karar verip iyi iş yapamaz. Türkiye'nin terör, enflasyon, trafik sorununa doğru teşhis koyup, acilen gerçekçi çözümler üretip uygulaması gerekir.

10- Bazı sözler düşünmeden konuşuluyor. Örneğin "Türkiye'nin %99'u Müslüman veya bu çirkin işi, bir Türk, Müslüman yapamaz, bunlar insan değil" gibi. İnanç konusu, kişi ile Tanrısı arasında, buna devletinde, diğer insanlarında karışmaya hakkı yok. Kişiler istediği dine inanır, isterse ibadet eder, istemezse etmez. Laiklik, din ve inanç özgürlüğü bunu gerektirir. Garip olan %99'unun Müslüman olduğu söylenen ülkede, son zamanlarda başörtü sorunu var. Okullarda, Kamu Kurumlarında giyilmesini engelleyen de herhalde diğer %1'lik kesim. Ayrıca inanç özgürlüğüne saygılıyız deniyor hem de Hristiyan, Yahudi ve diğer inançtakiler, yüzde birlik gibi küçük bir grupta toplanıp adeta yok sayılıyor.

“İslamiyet ve Türkler. TürkBayları;Gök Tanrı Hanif , Şamanizm, mani veya Budizm inancındayken

a- Kitle halinde islamı kabul eden ilk Türk boyu Karluklardır 751-840 yılları arası

b- İdil – Kıpçak Tatar Devleti Hanı, Almış Han; 922’de Müslüman oldu ve hacça gitti. (Halife olduğu halde bile Hacça giden Osmanlı padişahı yoktur)

c- Karahanlı Uygur Devleti Hanı Saltuk Buğra Han 924 de Müsüman oldu.Sunni Hanefi İslam inancını , Resmi Devlet Dini Yaptı. Halbuki inancın; gönülden, niyete dayalı olması gerekir.

d- K.Kerim’de ve Hz.Muhammet döneminde; Sunilik, Şiilik , Alevilik, şafilik yani mezhepçilik , tarikatçılık ve tasavvuf yoktur. Hatta Allah’ın Rahmetinin birlikte olduğu belirtilip fırkacılık, fitne, gıybet yasaklanmıştır. Peygamberimiz sağlığında hadis, sünnet toplatmamış , yazılmasını istememiştir. Hadisler, peygamberimizin ölümünden 200 yıl sonra derlenmiştir!