11 Şubat 2011 Cuma

Türk Sultanları - Sultan Alparslan

Selçuklu Devleti hükümdarı, Türk milletinin en büyük kahramanlarından. Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan valisi Çağrı Beyin oğludur. 20 Ocak 1029’ da doğdu. İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı. Babasının ölümünden sonra Horasan valisi oldu. Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063’te öldüğü zaman vasiyeti üzerine Selçuklu tahtına Alparslan’ın ağabeyi Süleyman getirildi, fakat Türk beyleri buna itirazda bulundular ve Alparslan’ı hükümdar tanıdılar.

  Alparslan 27 Nisan 1064te büyük bir törenle tahta çıktı. Amcasının vezirliğini yapan ve Süleyman’ın tahta çıkmasını isteyen Amidülmülk Kündiriyi azledip, büyük bir devlet adamı olarak tarihe adı geçen Nizamülmülk’ü vezir tayin etti. Başına buyruk beylerle mücadeleye girişen Alparslan, hepsini bir bayrak altına toplamayı başardı. Böylece Selçuklu Devleti kuvvetlendi.1064 yılının sonuna doğru Alparslan, Bizans İmparatorluğunun üzerine yürüdü. Gürcistan’ı zaptetti.

  İsyan eden kardeşi Kavurdu itaate zorladı. 1065te Amuderya ırmağını geçti, o bölgedeki hükümdarla anlaştı. Alparslan’ın beyleri, Anadolu’da akınlar yapıp sayısız zafer kazandılar. Selçuklu Sultanının gittikçe kuvvetlenmesi Bizans İmparatorluğunu telaşlandırdı. İmparator Romanos Diyojenes ordusunu toplayıp sefere çıktı. Palu’ya geldiğinde Malatya’da bıraktığı ordusunun Türkler tarafından perişan edildiği haberini aldı. Geri dönmeye mecbur kaldı. 1070 yılında Alparslan, Horasan ve Irak ordularının başında Azerbaycan’a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti.

  Van gölünün kuzeyinden geçerek Malazgirt önüne vardı, kale teslim oldu. Diyarbekir'den
Elcezire’ye girdi, Urfay’ı kuşattı. Mısır’da birbirleriyle mücadele eden Fatımi komutanları, Alparslan’ı Mısırı almaya teşvik ediyorlardı. 1071 yılında Selçuklu ordusu Halep’te toplandı.

Bizans Ordusu Geçtiği Yerlerde Büyük Katliamlar Yapıyordu

  Alparslan’ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diyojenes son bir hamle yapmayı düşündü. Azerbaycan’a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu’dan atmaya karar verdi. Rumeli’de yaşayan Peçenek ve Oğuz Türklerini de ordusuna kattı. 13 Mart 1071de 200.000 kişilik Bizans ordusu İstanbul’dan yola çıktı. İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi vad etmişti. Diyojenes ve ordusu yol boyunca katliam yaparak Erzurum yoluyla Malazgirt’e ulaştı. Halebi teslim aldığı sırada Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan, Mısır Seferinden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı.

  Bizans ordusunun harekatını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı. Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyarbekir ve Bitlis’e ulaştı. Ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlat’a gönderdi. Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlat’ta oldu. Bizanslılar bozuldu. Buna iyice kızan imparator, Malazgirt Kalesine hücum edip, içerde yaşayan kadın-çocuk, ihtiyar ne varsa hepsini öldürdü.

  Malazgirt’e doğru devamlı yol alan Alparslan 24 Ağustos günü Malazgirt’in doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı. Ahlat’a gönderilen kuvvetlerin gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu. Anlaşma tekliflerinin reddedilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı.

 

Yarabbi! Seni Kendime Vekil Yapıyorum

   26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan atından inerek secdeye vardı ve; “Ya Rabbi Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret” diye dua etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü ve; “Ey askerlerim Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.”

  Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece kurnazca bir harp taktiği planlamıştı. Hilal şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydanında dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perişan oldu. İmparator esir edildi.

 Sultan Alparslan savaştan sonra huzuruna getirilen imparator, hiç ümid etmediği şekilde affetti. Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyaç halinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış anlaşması yapıldı. Fakat Diyojenes, İstanbul’a geri dönerken, Bizans tahtının el değiştirmesi, anlaşmayı geçersiz kıldı.

   Alparslan da, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda  Anadolu’ya hakim oldular. Sultan Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehr’e doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya nehri üzerinde bulunan Hana kalesini muhasara etti. Kale komutanı, batıni sapık fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi.

Kalbime Bir An Gurur Geldi

  Hain Yusuf, Alparslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultana hücum edip, hançer ile yaraladı. Yusuf’u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Dördüncü günü, 25 Ekim 1072 tarihinde; “Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, Ondan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, odumun büyüklüğünden bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. ‘Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir?’ diye bir düşünce kalbime geldi. İşte bunun neticesi olarak, Cenab-ı Hak, aciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü teala’dan af diliyor, tövbe ediyorum. La ilahe illallah Muhammedün resulullah...” diyerek şehid oldu.

Bidat Nedir Bilmeyiz

Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi. Yerine oğlu Melikşah geçti. Sultan Alparslan saltanatı müddetince İslam dinine hizmet etti. İslamiyeti içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve batıni, şii hareketlerine karşı çok hassastı. Hatta bir defasında; “Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz müslümanlarız, bidat nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teala,biz halis Türkleri aziz kıldı.” demişti.

  Alparslan, büyük tarihi zaferlerinin yanı sıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama tesisleri vücuda getirmek suretiyle de hizmetler yaptı. İmam-ı azamın türbesini, Harezm Camiini ve Şadyah kalesi gibi pek çok eser inşa ettirdi.Zamanında; İmam-ı Gazali, İmam-ül-Haremeyn Cüveyni, Ebu İshak eş-Şirazi, Abdülkerim Kuşeyri, İmam-ı Serahsi gibi büyük alimler yetişmişti

Türk Sultanları - Babür Şah

Hindistan’da en büyük İslam Devleti olan Gürganiye Devletinin kurucusu. Asıl adı Zahireddin Muhammed Babür’dür. Timur Han soyundan gelip, babası Sultan Ebu Said’in oğlu, Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’dır.

14 Şubat 1483’te Fergana’da doğdu. 1493’te babasının ölümü üzerine Fergana hükumetine varis oldu. 11 sene Özbek ve Tatar melikleri ile savaş edip, nihayet hakimiyeti sağlayamayacağını anlayarak güneye indi. 1504’te Kabil’i fethedip kendisine başşehir yaptı. Aynı zamanda Gazne’yi aldı ve kısa zamanda Afganistan’ın büyük bir kısmını içine alan bir devlet kurdu. 1511 Ekiminde Semerkant İmparatorluk tahtına oturdu. Bir ay sonra Taşkent’i, Buhara’yı aldı, bütün Maveraünnehr’e hakim oldu. Fakat, bir müddet sonra, Özbekler tarafından ata yurdundan kovuldu.

Büyük Zaferler Kazandı

Babür Şah, 1519’da Hayber’i geçerek, Hindistan’a girdi. Pencab’a düzenlediği beş sefer sonunda bütün kuzey Hindistan’ı fethetti. 1525’te Hindistan’ın tamamını fethetmek üzere Kabil’den ayrıldı. 1526’da, yani Osmanlılar’ın Mohaç Zaferinden birkaç ay önce, Paniput Meydan Muharebesinde Sultan İbrahim Ludi’nin 100.000 asker ve 1.000 filden müteşekkil büyük ordusunu yendi. Bu zaferle Babürlüler (Gürganiye) Devletini kesin olarak kurdu (1526). Böylece Hindistan, Türk İmparatorluğu tacı Ludilerden Babür’e geçti.

Bu başarıdan sonra Delhi, Agra ve Hanpur’u alan Babür Şah, Agra’yı başşehir yaptı. 1527’de Hindular üzerine yürümek için Agra’dan çıktı. Hindular aralarında ittifak kurduktan sonra, 100.000 kişilik bir ordu ve birkaç yüz zırhlı fille yeni Hindistan fatihinin üzerine yürümeye başladılar. Çok kritik ve tarihi bir andı.

Babür’ün harbi kaybetmesi demek, Ganj Vadisinin Hinduların eline düşmesi, netice itibariyle beş asırlık Müslüman ve Türk hakimiyetinin Hint kıtasından atılması demekti. Babür 13.500 kişilik pek seçkin bir Türkistan atlı birliği ile düşman üzerine yürüdü. Yanında Osmanlı Türklerinden Mustafa Rumi’nin kumanda ettiği bir topçu birliği de bulunuyordu.

 Hindularda ne top, ne de tüfek vardı. Ateşli silahlar ve Türk atlısının üstün savaş kabiliyeti, Babür’e savaşı kazandırdı. Düşman tamamen imha edildi. Bu, Babür Şah için Paniput’tan daha büyük bir zaferdi.

Biyana civarında geçen bu Kanva Meydan Muharebesinde birkaç saat içerisinde düşmanı yok eden Babür, “Gazi” ünvanını aldı. Meşhur Zeynüddin Hafi’nin torunu Şeyh Zeyn Hafi’nin kaleme aldığı “Zafername”, bütün İslam memleketlerinin hükümdarlarına gönderildi. Bundan sonra Odh (Audh) eyaleti de fethedildi. Ardarda yapılan fetihlerle Babür İmparatorluğunun sınırları çok genişledi.

Edip, Şair, Sanatkârdı

Babür Şah, 25 Aralık 1530’da Agra’da öldü ve vasiyeti üzerine pek sevdiği Kabil’e götürülüp, orada gömüldü. 1526’da kurduğu devlet 1858 senesinde İngilizlerin işgaline kadar, 332 sene varlığını sürdürmüştür. Kabri üzerine Şah Cihan tarafından 1646’da muhteşem bir türbe yaptırıldı. Babür Şah memleketin imarı için gayret gösterdi. Hindistan ve Afganistan’da birçok yollar, kervansaraylar ve medreseler yaptırıp, fethettiği yerleri mamur hale getirdi.

Alim, edip bir zat olan Babür Şah, hayatını kendisi yazdı. “Tüzük-i Baburi” (Babürname) adını verdiği bu kitabı, Ekber Şah zamanında Çağatay dilinden Farsçaya sonra İngilizceye tercüme edilerek neşredildi. Türkçe pek değerli bir “Aruz risalesi” yazdı ve kendisine doğduğu zaman Zahirüddin Muhammed adını veren zahiri ve batıni ilimlerin hazinesi büyük mutasavvıf Hace Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin Farsça Hanefi fıkhı üzerine yazdığı “Risale-i Validiyye”’yi Türkçe nazma çevirdi.

Yine Hanefi mezhebine ait fıkıh bilgilerini içine alan “Mübeyyen” adlı eseri yazdı. Şiirlerini “Divan”’da topladı. Orjinal yazı stili, “Hatt-ı Baburi” adıyla meşhur oldu. Babür, Türkçe’den başka pek mükemmel surette Farsça, Arapça ve Moğolca biliyordu. Ölümünden sonra “Hazret-i Firdevs-Mekani” ve “Hazret- i Giti-Sitani” (Cihan Fatihi) diye anılmıştır.

Tarihçi Yılmaz Öztuna “Türk Tarihinden Portreler” kitabında diyor ki;

Bâbur’un Doğu Türkler adına Hindistan’ı fethinden sadece 4 ay sonra Kanuni Sultan Süleyman da Mohaç’ı kazanıp Batı Türkleri adına Macaristan’ı fethetti. 16. asra “Türk Asrı” denmiştir.
    
Tarihin gördüğü en muhteşem devletlerden birinin kurucusu olan Bâbur Şâh, 2.700 yıllık Türk tarihinin en seçkin şahsiyetlerinden biridir. 2.700 yıl içinde Türkler’in her alanda yetiştirdiği birkaç yüz dahinin arasından en büyük 20’si seçilse Bâbur rahatça aralarına girer. Askerlik ve Yönetimdeki dehası yanında san’at dehası, kabiliyetlerinin çeşitliliği, uzun olmayan bir ömre sığdırabileceği şeyler pek çok tarihçinin hayranlığını kazanmıştır.

Bâbur Şâh; edebiyatçı, yazar, bestekâr, mimar, bahçe mimarı, nakkaş,  müzehhib, hattat, mutasavvıf, zoolog ve botanist’ tir. Din, ilm ve san’at adamlarını çok cömertçe himaye etti. Doğu Türkleri’nin Herat Rönesansı’nı Hindistana getirdi.

En önemli eseri Bâbur-nâme adlı hatıralarıdır. Bu da Çağatay Türkçesidir. Türk dilinde bütün zamanlarda nesirle yazılmış eserlerin en mühim birkaçı arasında yer alır. Gerçek bir şaheserdir. Bâbur-nâme’yi okumayan bir Türk aydını çok şey kaybetmiştir.

Türk Sultanları - Gazneli Mahmûd

Gazneliler Devletinin en büyük hükümdârı, Hindistan Fâtihi ve büyük İslâm kahramanı. 2 Kasım 971 târihinde doğdu. Babası Gazneliler Devletinin kurucusu Sebük Tegin, annesi ise Zâbulistan bölgesinden asil bir âilenin kızıydı.
Daha gençlik yıllarında devlet idâresinde görev almaya başladı ve babasının yanısıra katıldığı savaşlarda cesâret ve zekâsıyla kendini gösterdi. Babası Sebük Tegin’in vefâtı üzerine, orada bulunan küçük kardeşi İsmâil, yerine geçti ise de, Sultan Mahmûd hemen Gazne’ye giderek, mülkünü kardeşinin elinden aldı ve saltanatını îlân etti (997).
Sâmânîlerin elinde kalmış olan Buhârâ, Horasan, Herat, Belh, Bust ve Kâbil’i zaptetti. İran ve Irak taraflarında hüküm süren Şiî Büveyhîler (932-1062) ile önce savaş ve sonra sulh ederek saltanatını tanıttırdı. Şâfiî âlimi Ebû Hâmid İsfahânî’yi Bağdat’taki Abbâsî halîfesine gönderdi. Halîfe el-Kadir (991-1030), Gazneli Mahmûdun elçisini memnûniyetle karşıladı. Yeni hükümdâra saltanat alâmetlerinden hil’at, tâç, bayrakla birlikte, sâhib olduğu ülkelerin “Ahid”ini gönderip, “Yemînü’d-Devle”, “Velî Emîrü’l-Mü’minîn” ve “Emîrü’l-Mille” lakablarını verdi.
Sultan, gönderilenleri kabulden sonra İslâm dînini yaymak ve İslâm düşmanlarıyla mücâdele etmek için her yıl Hindistan’a sefer yapmayı vâdetti. Bundan sonra başşehir Gazne’de büyük bir merâsimle hil’ati ve tâcı giyen Mahmûd, Abbâsî Halîfesi El-Kadir adına hutbe okuttu.
Sultan Mahmûd sırasıyla Horasan ile bugünkü Afganistan ve Belûcistan denilen ülkeleri tamâmen hükmü altına aldı. Mâverâünnehr Hânı İlikHan ve sonra Kadir Hanla savaşarak, Ceyhûn’un ötesine ve Harezm’e kadar sınırlarını genişletti. Şiî Büveyhîlerden İran ve Irak taraflarında Rey, İsfehan, Kazvin, Sâve, Zencan, Ebher şehir ve kalelerini alıp, sapık akımlara kapılanları şiddetle cezâlandırdı. Râfizîliği ve felsefî ideolojilere âit kitapları imhâ ettirip, yıkıcı faaliyetlere katılanları sıkıca tâkib ettirdi.

Yeminini ve Sözünü Tuttu
Gazneli Mahmûd böylece ülkesinin kuzey cephesini emniyete aldıktan sonra, tahta çıkarken yaptığı yemine ve verdiği söze sâdık kalarak Hint seferlerine başlamaya karar verdi. Eylül 1000 târihinde ilk Hind Seferine çıkan Sultan Mahmûd, bu târihten 1027 yılına kadar Hindistan’a on yedi büyük sefer yaptı.
Birinci seferine Eylül 1000 târihinde çıktı. Kabil’in doğusunda Lamgan bölgesinde Hintlilerin elinde bulunan birkaç kaleyi zabtederek geri döndü. Sultan Mahmûd’un İkinci Hind Seferi, Vayhand Racası Caypal’e karşı oldu. 27 Kasım 1001 târihinde Peşaver yakınlarında yapılan savaşı Gazneli ordusu kazandı.
Caypal on beş kadar oğlu, torunu ve büyük kumandanlarıyla esir düştü. Sultan Mahmûd’un eline bu zaferden sonra muazzam bir ganîmet geçti. 1004 yılında Bhatiya bölgesi racası Beci Ray üzerine yürüdü. Bu seferde Bhatiya Racalığının bütün bölgelerini ele geçirdi. Bölgede mescitler ve minberler inşâ ettiren Sultan, İslâmiyetin esaslarını öğretmeleri için âlimler de tâyin etti.
Sultan Mahmûd dördüncü seferini Multan üzerine yaptı. Multan Hâkimi Ebü’l-Feth Dâvûd, Karmatî bozuk inanışına sâhib olup, Ehl-i sünnet düşmanıydı. Gazne ordusunun üzerine geldiğini haber alan Ebü’l-Feth şehri terk ederek İndus Nehri üzerindeki bir adaya kaçtı. Multan’ı zabteden Sultan, buradaki Karmatîleri cezâlandırdı.
1008 yılında Multan’ın yeni vâlisi Suhpal’ın Müslümanlığı terk ederek Moğol dînine dönmesi üzerine, Sultan Mahmûd çetin kış şartlarına rağmen Beşinci Hint Seferine çıktı. Multan önünde yapılan savaşı kazanarak, Suhpal’ı tutuklatıp Multan ve çevresinin idâresini komutanlarından Tegin Hazin’e bırakarak Gazne’ye döndü.

Aynı yıl Kuzeybatı Hindistan ve Pencab bölgesi racalarının İslâmiyetin yayılmasını önlemek üzere faaliyete girişmeleri üzerine tekrar harekete geçen Sultan Mahmûd, müttefik kuvvetlere karşı Vayhand şehri ovasında yapılan muhârebeyi ağır kayıplar vererek kazandı. Ancak bu savaş ile Kuzey Hindistan racalarının kuvvetleri ezilmiş ve Pencab yolu Müslüman-Türk orduları için güvenli bir hâle getirilmiş oldu.
Sultan Mahmûd, Ekim 1009 târihinde büyük bir ticâret merkezi olan Narayyanpur’u zabtetti. 1010 târihinde çıktığı seferde Multan’ı bütünüyle fethetti. Müslümanlara eziyet eden Karmatîlere ağır bir darbe daha indirildi. 1014 târihinde çıkılan Dokuzuncu Hint Seferinde Nandana Kalesinin fethinden sonra Keşmir üzerine yüründü. Keşmir kuvvetleri iki defâ bozguna uğratıldı. Bu zaferin Hindistan’daki yankıları pek büyük oldu ve İslâmiyet en uzak yerlere kadar yayıldı.
Putları Yıktırdı
Sultan Mahmûd, onuncu seferini, Hintlilerce mukaddes bilinen pekçok tapınak ve putun bulunduğu Thanesar şehrine yaptı. Hiçbir mukâvemetle karşılaşmadan şehre giren Sultan, bütün putları kırdırdı. “Çakrasvami” adındaki en meşhur putu Gazne’ye götürerek halka gösterdi. Bu zafer Hinduların Müslümanları tanımalarına sebeb oldu. Bunun netîcesinde pekçok kimse İslâmiyetle şereflendi. 1015 yılında Keşmir yolu üzerine Lokhot Kalesini kuşattı ise de şiddetli kış yüzünden bir netîce elde edemeyerek geri döndü.
Hint dünyâsı Sultan Mahmûd’dan o derece yılmıştı ki, herhangi bir yere sefere çıksa şöhreti ondan önce varıyor ve şehirler korkudan teslim oluyordu. On ikinci seferini zengin ve bayındır bir ülke olan Kanave’a karşı yaptı. Sirsava Kalesini zaptetti. Baran (Bulendşehr) Kalesi önüne geldiğinde Raca Hardat, Sultânı karşılayarak Müslüman olduğunu bildirdi ve şehri teslim etti. Onunla birlikte 10.000 taraftarı da İslâmiyeti kabul etti.

Mahmûd Han, sefere devamla Cumne ile Ganj nehirleri arasında bütün şehirleri aldı. 20 Aralık 1018’de de asıl hedefi olan Kanave’i fethetti. Bu seferden tahmînen üç milyon dirhem para, altmış bin esir ve beş yüz fil ganîmet ile dönüldü.
1020 yılında Kalincar, 1021’de Keşmir ve 1022’de tekrar Kalincar racaları üzerine seferler düzenleyen Sultan, bunları itâat altına aldı. On altıncı ve en meşhur seferleri Somnat üzerine yaptı. Bu şehirde bulunan kutsal bir tapınaktaki put her yıl yüzbinlerce Hindû tarafından ziyâret edilir ve en kıymetli mücevherlerle süslenirdi. Sultan Mahmûd bunu işitince bu sapık inançla birlikte o putu da yıkmaya karar verdi. Bu sâyede Hintliler arasında İslâm dîninin yayılması da çabuklaşmış olacaktı.
18 Ekim 1025 târihinde otuz bin atlı ve yüzlerce gönüllüden meydana gelen orduyla harekete geçen Sultan, 8 Ocak’ta Somnat’ı zabtetti. Tapınağa girdikten sonra müezzine, tapınağın üzerine çıkarak ezân okumasını emretti. Tapınaktaki putların tamâmını kırdırdı. Rivâyete göre tapınaktaki ganîmetten Sultân’ın payına düşen beşte bir malın değeri yirmi milyon dînâr idi. On yedinci seferinde ise Karmatî olan Mansura hâkimi Hafif’i cezâlandırdı.
İlme ve Sanata Büyük Önem Verdi
Yemînüddevle Mahmûd Gaznevî, cihangirâne fetihleri yanında, âlim bir zât olup, ilme ve sanata büyük önem verirdi. Sultan’ın sarayında her gün âlim ve şâirlerle devamlı ilmî müzâkereler yapılırdı. Sultan bu toplantıların birçoğuna kendisi de iştirâk ederdi. Sultan Mahmûd’un adına birçok eserler yazılmış olup, kendisine takdim edilmiştir.
Firdevsî’nin Şehnâme’si bunlardan biridir. Ehl-i sünnet âlimlerinin yetiştirilmesine büyük gayret sarf eden Gazneli Mahmûd, Râfizî ve bid’at ehline karşı sert, hak mezhep ve ehline karşı pek yumuşaktı. Dîne, medeniyete hizmetleri pek büyük oldu. Parlak bir devir açtı. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri onun zamânında yaşamış en büyük İslâm âlimlerinden biridir. Otuz üç sene adâlet ve muvaffakiyetle saltanat sürüp, 1030’da Gazne’de vefât etti. Gazne’deki türbesi pek mükemmel ve müzeyyendi. Yerine oğlu Celâlüddevle Muhammed geçti.
Sultan Mahmûd, ömrünün kırk beş senesini savaş meydanlarında dâimâ hareket hâlinde geçirdi. O, Türk-İslâm dünyâsının yetiştirdiği en büyük hükümdârlardan biridir. Son derece cesûr ve o derece de ihtiyatlıydı. Âlimleri toplayıp çok hürmet ve ikramda bulunurdu. Onların kalplere feyz veren sohbetlerinden faydalanırdı. İslâmiyeti yaymak gâyesiyle, iki cephede faâliyette bulundu.
 Hindistan’daki putperest Berehmenler ve Mısır Fâtımî Devleti (909-1171)nin yoğun propagandası ile İslâm ülkelerinde yayılan ve yıkıcı Râfizî-Bâtınî hareketleriyle mücâdele etti. Berehmenleri her yerde mağlûbiyete uğrattı. Buna karşılık Râfizîliği sıkı tâkib edip, ideolojilerini yasaklayıp, yıkıcı ve bölücü eserlerini imhâ etmesine rağmen, faaliyetlerini bütünüyle ortadan kaldıramadı. Lâkin yayılmasını büyük ölçüde önledi.
Devletin menfaatlerinin gerektirdiği her çâreye başvuran bir hükümdârdı. Hâdiseleri isâbetlice değerlendirmekte pek mâhirdi. Ordusu özel tâlim ve terbiye ile yetiştirilen ve sultânın şahsî birliklerini meydana getiren “Hassa Ordusu” ile ganîmetten hisse alan “Gönüllüler”den meydana gelirdi. Gaznelilerin savaş gücünün büyük bir kısmını gönüllüler meydana getirirdi.
Sultan Mahmûd, İslâm ülkelerinden, vazîfeli adamları aracılığıyle gâziler toplattığı gibi, sefer zamanlarında her taraftan gelerek kendiliklerinden orduya katılanlar da kalabalık bir mikdâra ulaşırdı. Sultan Mahmûd, bu sistem sâyesinde, Orta Doğuda cihâd yapmak arzusunda olan gayretli Müslümanlar ile zararlı faaliyetlerde bulunarak sosyal bünyeyi sarsabilecek işsiz güçsüzleri başka bölgelere seferber ederek, onlara yeni imkânlar temin ediyordu. Böylece, zâlim olmayan, bir disiplin altında toplanabilen bu insan gücünü, ülkelerine problem olmaktan çıkarıyordu.
Hindistan seferleri netîcesinde Gazneli Devleti, sınırlarını genişletip, çok zenginleşti. Gazne şehri parklar, bahçeler, zafer âbideleri, câmiler ve Ulu Câmi gibi mîmârî eserlerle süslenmişti. Ayrıca Belh, Nişâbur gibi büyük şehirler de, o devrin en güzel ve bakımlı beldeleri hâline gelmişti.
Gazneli Mahmûd, kalabalık orduları sevk ve idârede muktedir, üstün bir kumandanlık kâbiliyetine sâhipti. Her türlü iklim ve tabiat şartlarına göre savaş usûlü tatbik etmek, malzeme temin etmek, askerî birlikler yetiştirmekte de askerî bir dehâsı vardı. Hindlilere karşı iyi tâlimli okçu tümenleri kullanmış, Mâverâünnehr, Harezm ve Büveyhîler seferlerinde, bu ülkeler ordularının savaşmağa cesâret edemedikleri filleri ileri sürmüştü. Gazneli Mahmûd gerek iyi idâresi, gerekse hak severliği ve adâletiyle yüzyıllarca sevilmiş örnek devlet adamlarından biridir.

Türk Sultanları -Tîmûr Han

Türk-İslâm dünyâsının büyük hükümdarlarından. Târihin en büyük cihangirlerinden biridir. Babası Moğol Barlas Aşireti reislerinden Emir Turgaya, annesi Tigin Hatundur. 1336 senesinde  Mâverâünnehr’de Semerkand’la Belh arasında  Keş kasabasında doğdu. Âlimleri ve Allah dostlarını çok seven babası Emir Turagay, Tîmûr’a aklî ve naklî ilimleriyle kumandanlık bilgilerini ehil hocalarınelinden öğretti.
    Tîmûr, babasının vefâtından sonra emirler arasında geçimsizlikler yüzünden memlekette anarşinin hâkim olması üzerine siyâsete karıştı. Mâveraünnehr Hâkimi Emir Hüseyin ile birlikte Doğu Türkistan Hükümdarı Tuğluk, Tîmûr’a karşı mücâdele verdiler. 1370’te Emir Hüseyin ilearası açılan Tîmûr, onun ölümünden sonra Mâverâünnehr’e tek başına hâkim oldu ve Semerkand’a gelerek tahta çıktı.
Yaptığı Bütün Savaşları Kazandı
   Büyük askerlik vasıflarını üzerinde taşıyan Tîmûr Han, yedi senede İran’ı hâkimiyetialtına aldı. Âzerbaycan, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab’ı ele geçirdi. Yine 1371 ve 1379 yıllarında yaptığıseferlerle Harezm’i kendine bağladı. Ömrü harp meydanlarında geçen Tîmûr Han, 1389’a kadar beşsefer yaparak Uygurları itaat altına aldı. Mülteci Moğol Prensi Toktamış’a yardım edip, destekleyerek Altınordu hükümdarı yaptı.
  Toktamış Han, Tîmûr Hana ihânet edince, 1390 ve 1391’de onu iki kere mağlup etti. İtil Irmağı doğusuna hâkim oldu. Daha sonra Hindistan üzerine de sefer açıp, 1399’da Kuzey Hindistan’ı zaptederek büyük başarılar kazandı. Yaptığı bütün savaşları kazanan Tîmûr Han 1401-1402’de Suriye’yi, 1402 Ankara Savaşı sonunda bâzı Osmanlı topraklarını hâkimiyeti altına aldı. Böylece Çin’e ve Delhi’ye kadar bütün Asya’yı, Irak, Suriye ve İzmir’e kadar Anadolu’yu aldı. 200.000  kişilik bir ordunun başında Çin’e sefere giderken 1405’te vefât etti.
İlim Sahibi Olup Alimleri Korurdu
 Tîmûr Han ilim sâhibi, âlim, büyük bir hükümdardı. Âlimleri severdi. Pekçok medrese ve kütüphâne yaptırdı. Bilhassa Semerkant şehrini îmâr etti. Burada pekçok sanat eserleri yaptırarak, örnek ve zengin bir şehir hâline getirdi. Tüzükât-ı Tîmûr adıyla kânunlar çıkardı ve kendi târihini kendi yazdı.

 Çağatay dilinde yazdığı bu kitaplar Farsça ve Avrupa dillerine de tercüme edildi. Avrupa edebiyatında kendisine geniş yer verilmiş, 16. yüzyıldan îtibâren hakkında pekçok eser neşredilmiştir.
  Bu eserlerin pek çoğunda Tîmûr Handan iyi kalpli ve büyük hükümdar olarak bahsedilmektedir. Osmanlı hükümdarı Sultan Birinci Bâyezîd Han (1389-1402) ile harp ettiği için bâzı Osmanlı târihçileri bunu kötülemektedir.

  Ancak Tîmûr Hanın Ankara Savaşından sonra İzmir’i Hıristiyan şövalyelerden temizlemesi, Anadolu’daki sapık fırka mensuplarını cezâlandırması, bu seferin hayırlı netîcelerindendir. Tîmûr öncesinde Orta Asya Türklüğü, doğudan Moğol putperestliği, güneyden Hind Budizmi, batıdan Fars zerdüştlüğünün baskısı ve etkisi altındaydı.
   Tîmûr Han, devletinin mânevî temellerini dayadığı evliyâullahla Türkleri yeniden İslâmlaştırdı.
Tîmûr öncesinde Orta Asya Türklüğü göçebeydi. Tîmûr Mâverâünnehr’i şehirleştirdi. Obaları iskan etti. Su kanalları inşâsıyla toplumu tarıma geçirdi. Büyük şehirleri ticâret yollarına bağladı. Fetihleriyle âlimleri, sanatkarları Orta Asya’ya topladı.
Evliyalara Çok Büyük Sevgisi Vardı
   İlim adamlarına saygı gösteren, onları koruyan Tîmûr Han, Teftâzânî gibi büyük âlimleri meclisinde bulundurur, nasihatlerini dinlerdi. Âlimlere karşı o kadar saygısı vardı ki; Buhara caddesinden geçerken Muhammed Behâeddîn Buhârî (kuddise sirruh) hânekâhının halılarının silkildiğini öğrenince, İslâmiyete olan sevgi ve saygısının çokluğundan oraya yaklaşıp, tozları yüzüne sürerek bu bağlılığı  belirttiği rivâyet edilmektedir. Devrinde yaşayan İslâm âlimlerinin yanında, daha önce yaşamış olanlara karşı da hürmette kusur etmez, onların türbelerini yaptırırdı. Ahmed Yesevî hazretleri bunlardan biridir.
    Zamânında Fadlullah-ı Hurûfî tarafından kurulan ve “Hurûfîlik” adı verilen sapık fırka mensupları yayılmaya başladı. Kendisini tanrı îlân ederek bütün dinleri reddeden, kitaplarında dinsizlik ve ahlâksızlıkları anlatan Fadlullah’ı, Tîmûr Han, oğlu Miranşah’a emir vererek 1393’te öldürttü. Tekkelerini dağıttı. İslâm ülkelerindeki bu dinsizlerin çoğunu temizledi.
    Tîmûr Han, Hurûfî adındaki din ve ırz düşmanlarının yayılmasını önleyerek, İslâmiyete çok büyük hizmet etti. Bunun için sahte (Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin gösterdiği yoldan çıkan) Bektâşî, yâni Hurûfî tarikatının müritleri, Tîmûr Hanısevmez, onu hep kötülerler.
Başarılarının Sırları
   Yirmi yedi ülkenin hâkanı olan Tîmûr Han, başarılarının sırrını 12 maddede toplamış ve bunlara, oğullarının da uyması vasiyetiyle eserinde şöyle belirtmiştir:
1. Allahü teâlânın dînini ve hazret-i Muhammed’in şerîatini dünyâya yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslâmiyeti tuttum.
2. Etrâfımda olan adamları 12’ye ayırdım. Gerek ülkeler fethi ve gerekse fethettiğim ülkeleri idârede bunların bâzısı bana kolları, bâzıları meşveretleriyle yardım ettiler. Bunların ikbâlinin artması için istihdam ettim. Bunlar sarayımın süsüydüler.
3. Düşman ordularını mağlup ve eyâletler feth etmekte âlimler ve emirlerle istişâre ettim. Hükûmet idâresinde yumuşaklık, insâniyet ve sabırla hareket ettim. Hiç meşgul olmuyor gibi görünürken her şeyibasîretim altında bulundurdum.
4. Hükûmet idâresinde kânunlara riâyet ve intizam o dereceydi ki vezirler, emirler, askerler ve halk bir üst sınıfa çıkmak için can atar halde değildi. Her biri bulunduğu sınıftan memnun olarak vazifesini yapardı.
5. Zâbit ve askerlerime cesâret vermek için altın ve cevâhir sarfından çekinmedim. Onları soframa oturttum. Böyle kıymetli bâzûların ve cengaverlerimin yardımıyla yirmi yedi imparatorluğun hükümdârı oldum.
6. Adâlet ve tarafsızlıkla Allah kullarının hep iyiliğini istedim ve onların teveccühünü kazandım.
7. Seyyitlere, ulemâya, fukahâya ve târihçilere mümtaz muâmele ettim. İyi ve cesur adamlar (Çünkü Allah böylelerini sever) benim dostlarımdı. Ulemâyla sıkı münâsebette bulundum. Bunlarla istişare ettim. Bunların hayır duâları bana zaferler temin etti.

   Derviş ve fakihleri himâye ettim. Bunlara zerre kadar fenâlık etmemeye uğraştım ve hiçbir taleplerini reddetmedim. Başkası aleyhinde söyleyenleri sarayımdan kovdum. Bunların sözlerine ve iftiralarına hiç ehemmiyet vermedim.
8. Her teşebbüsümü başarmakta sebatkâr idim. Bir projeyi bir kere kabul ettim mi artık bütün zihnim onunla meşgul olurdu. Onu muvaffakiyetle başarmadıkça aslâ terk etmedim. Hiçbir vakit hâlim (davranışlarım), kâlime (söylediğim sözlere) aykırı olmadı.
9. Halkın hâline vâkıf idim. Büyüklere kardeşim, küçüklere çocuklarım gibi muâmele ettim. Her eyâlet ve her şehrin ahâlisinin durumuna ve seciyesine göre âdetler edindim.
10. Bir kabîle veya bir Arap, bir Acem göçebesi bayrağım altına girmeği dileyince beylerini şerefle, diğer adamlarını mevkilerine göre îtibârla kabul ettim. İyilere iyilikle muâmele ettim ve kötülere fenâlıklarını iâde eyledim.
11. Oğul, torun, dost, müttefik benimle bağlantısı olan herkes iyiliğimden nasibdâr oldu. İkbal ve saâdetimin parlaklığı ve yüksekliği hiç kimseyi unutmaya sebep olmadı.
12. Gerek leh, gerek aleyhte hareket etsinler, her zaman askerlere hürmet ettim. Sürekli bir saâdeti, çabucak kayboluveren şeye üstün tutan adamlara teşekküretmek borçtur. Onlar cihâda koşuyor ve hayatlarını fedâ ediyorlar. Tîmûr Han kânunlaştırdığı bu düsturlar yanında savaş tekniklerinin de tam bir ustasıydı. Düşmanlarının siyâsî, iktisâdî ve askerî zayıflıklarını iyi bilir ve bunlardan istifâde ederdi.
   Bir sefere girişmeden önce, düşman ülkeye câsuslar göndererek onları içten zayıflatmaya çalışırdı. Savaş esnâsında başarıya ulaşmak için hareketlilik ve şaşırtmaca gibi pekçok harp hilesine başvururdu. Böylece her türlü maddî ve mânevî hasletlere sâhip olan Tîmûr Han Türk târihinin ender yetiştirdiği devlet adamlarından biridir.
Biz ki Türk Oğlu Türküz
   Bugün bâzı yazarlar devrin sosyal, kültürel ve siyâsî cephesi üzerinde hiç
durmadan onun Altınordu ve Anadolu seferlerini bahâne ederek bu büyük hâkana akıl almaz iftirâ ve karalamalarda bulunmaktadırlar. Bilhassa İslâmiyetten ayrı bir Türkçülük düşünenler bu tarz hissî yorumlara girmektedirler.
   Oysa; “Biz ki, Mülûk-ı Tûrân, Emîr-i Türkistânız!”, “Biz ki Türkoğlu Türküz!”, “‘Biz ki milletlerin en kadîmive en ulusu Türkün başbuğuyuz!” diyen Tîmûr Han Türk için İslâmiyetin ne demek olduğunu da bugünkü Türkçülere bundan 600 yıl önce şöyle söylemektedir:
“Tecrübe bana gösterdi ki, din ve yasalar üzerine kurulmayan bir devlet, uzun zaman yaşayamaz. Böyle devlet, çırılçıplak olup kendisini gören herkese karşı gözlerini yere dikmiş ve herkesin yanında saygı ve değerini yitirmiş adama benzer. Bu durumda böyle devlet, tavanı, kapısı, avlu duvarları olmayan ve her önüne gelenin içine daldığı eve benzetilebilir. Bunun içindir ki, ben devletimin çatısınıİslâmiyet üzerine kurdum. Devletimi idâre için yasalar düzenledim. Bu yasalar uygulandığı sürece onlara aykırı hareket etmekten sakındım.”

Türk Sultanları - Bilge Kağan

Göktürkleri elli yıllık Çin esaretinden kurtararak ikinci defa Gök-Türk Hakanlığını kuran İlteriş (İl’i, devleti toplayıp tanzim eden) ünvanı ile anılan Kutluk Kağanın büyük oğlu. 684 yılında doğdu.
  Babası Kutluk Kağan öldüğü zaman kardeşi Kültigin’le birlikte, küçük yaşta olmaları sebebiyle, amcaları Kapağan Kağanın ve millet emekdarı, büyük müşavir Vezir Bilge Tonyukuk’un himayesinde büyüdü. O zaman Bilge Kağan 8, Kültigin Han 7 yaşında idiler.
  Amcası Kapağan Kağan tarafından 14 yaşında “şad” tayin edilerek devlet hizmetine girdi. Vezir Tonyukuk kumandasında Göktürk Hakanlığının İnal ile birlikte sevkettikleri batı orduları grubunda yer aldı. İnal Kağanla birlikte Altayları aşarak Bolçu’da On-ok ordusunu mağlup etti ve Seyhun (Sir derya= İnci Nehri) kıyılarına ulaştı.

  Tonyukuk’un başkumandanlığını yaptığı bu ordunun başında Maveraünnehr’e kadar dayanan Bilge Kağan, Kızıl Kum Çölüne girerek güney istikametini aldı. Göktürk Abidelerinde tezik şeklinde zikredildiği gibi, ilk defa olarak batıda Müslüman Araplarla karşılaşıldı (701). 709 yılında Kırgızlar’ın komşusu olan ve Yukarı Kem-İrtiş arasında bulunan Çikler ile Isıg Gölünün batısında yaşayan Azları, Hakanlığa bağladı.
  710 yılında kardeşi Kültiginle birlikte zaman zaman başkaldıran Kırgızları mağlup etti. 714’te Çin’in yığınak merkezi olan Beşbalık’ın kuşatılmasına, İnal Kağan, Tung-lu Tekin ve eniştesi ile birlikte katıldı. 22 Temmuz 716 tarihinde Çinlilerle münasebet kuran Bayırkular’ın amcaları Kapağan Kağanı pusuya düşürerek öldürmeleri üzerine karışıklığa sürüklenmiş olan devletin yükünü, Kapağan Kağanın oğullarını ve taraftarlarını bertaraf ederek, kardeşi Kültigin’le  birlikte yüklendi. Kültigin’le birlikte seferler yaptı. Memlekette karışıklıklar çıkaran Dokuz Tatarlar ve Oğuzlar üzerine yürüyerek bozguna uğrattı. Kültigin’in aşırı derece ısrarı üzerine 716 yılında hükümdar oldu.

Milletini Yurt ve Servete Kavuşturdu
  Gök-Türk orduları başkumandanlığını yüklendi. O zamana kadar bu vazifede bulunan baba yadigarı Bilge Kağanın kayın babası vezir Tonyukuk da devlet müşaviri olarak kaldı. İçte ve dışta yaptığı mücadelelerde büyük başarılar kazandı. Yurtsuz milleti yurtlu, fakir halkı zengin ettiği gibi, devleti ve milleti için canla başla çalıştı. 717 yılında Uygur İl-teber’i Kargan Savaşında yendi. Bir yıl sonra da  isyana teşebbüs eden Karluklarla savaştı ve galip geldi.
  Bilge Kağan, Çinlilerle iyi münasebet kurmak istiyordu. Bu Tonyukuk’un da arzu ettiği bir durumdu. Fakat Çinliler Türk birliğini bozmak için Beşbalık’taki Basmillar ile anlaşmışlardı. Bütün bunlar Çinlileri çok iyi tanıyan ve vaktiyle Kutluk (İlteriş) Kağanla birlikte istiklal mücadelesi veren Vezir Tonyukuk tarafından gayet iyi biliniyordu.
  Onun planı sayesinde Basmillar Beşbalık’ta kuşatılarak mağlup edildi. Entrikalarının boşa çıktığını gören Çin de baskı altına alındı. Çin ordusu Kan-su’da bozguna uğratıldı (Eylül 720). Daha sonra çeşitli seferler düzenlendi. Kitanlar ve Tatabılar saf dışı bırakıldı (722-723).
  Bütün bu hadiselerden sonra Çin iyi geçinme noktasına geldi.  725 yılında Çin İmparatoru tarafından gönderilen elçiyi Bilge Kağan, Kültigin ile Tonyukuk’un hazır bulunduğu bir mecliste kabul etti.

  Bilge Kağan, 725 yılında kayınbabası Tonyukuk’u 731 yılında da 47 yaşında olan kardeşi prens Kültigin’i kaybetti. Bu iki Türk büyüğünün ölümü hakanlıkta büyük boşluklar meydana getirdiği gibi, millet de, başta Bilge Han olmak üzere büyük üzüntü içine düştü.

Tevekkül ve İnanç Sahibi İdi

   Orhun Kitabeleri’nde bu husus: “Küçük kardeşim Kültigin öldü, görür gözüm görmez oldu, bilir bilgim bilmez oldu, zamanın takdiri Tanrı’nındır. Kişi-oğlu ölmek için yaratılmıştır, kendimi bıraktım, gözden yaş akıtarak, gönülden feryad ederek yanıp yakıldım.” şeklinde Bilge Kağan’ın ağzından, kendi inançlarına göre, bir nevi tevekkül içinde anlatılmaktadır.
  Bu iki büyük millet ve devlet emekdarının hatırasına Bilge Kağan zamanında bengü taşlar (kalıcı eserler) dikilmiş, hizmetleri ve düşünceleri kendi ağızlarından verilmiştir. 734 yılının yazında K’itan ve Tatabılara karşı Töngez Dağında kazanılan savaş, Bilge Kağanın en son zaferi oldu. Bütün ömrünü milletinin birliği ve büyüklüğü için geçirmiş olan Bilge Kağanın 19’u “şad” 19’u da “kağan” olmak üzere 38 senelik bir hizmeti vardır.

   Son zamanlarında Çinli bir prenses ile evlenme arzusu Çin imparatoru tarafından kabul edilmişse de, Çinlilerce aldatılan Buyruk-çor tarafından zehirlenmiş ve 25 Kasım 734 tarihinde, milleti büyük bir yas içinde bırakarak  50 yaşında vefat etmiştir. Adına oğlu tarafından Baykal Gölünün güneyinde, Orhun Nehri Vadisinde, Koşo Tsaydam Gölü civarında Bilge Kağan Abidesi diktirilmiştir. Abideyi yeğeni Yollug Tigin kaleme almış ve 34 günde tamamlatmıştır.
  Kitabelerde görüleceği üzere, Bilge Kağan milletine bağlı, dindar bir hükümdardır. Böyle olmasına rağman yeni bir dinin arayışı içinde olduğunu söylemek mümküdür. Çünkü onun yerleşik hayata geçmek isteği ve kuracağı şehirlerde budist mabetlerine yer verme teklifi kayın babası Tonyukuk tarafından reddedilmiştir.
  Şayet sağlıklarında İslamiyet ülkelerine ulaşabilseydi, Türklüğün eski yurdunda alperenlerin, gazilerin daha erken görüleceği büyük ihtimal dahilindeydi. Tonyukuk’un Bilge Kağanı bu iki düşüncesinden men edişi, Çin’e karşı kendilerini müdafaa şuuru iledir. Fakat bu fikir, netice olarak sonraları Türk dünyasının İslamiyete geçmesine zemin hazırlamıştır.

Türk Sultanları - Abdülkerim Satuk Buğra Han

İlk Müslüman-Türk hükümdarı. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Babası Karahanlı hükümdar ailesinden Bezir Han idi. Babasının ölümü üzerine amcası ve üvey babası Oğulcak Kadır Hanın himayesinde büyüdü.
  Satuk Buğra on iki yaşlarında iken Maveraünnehr ve Horasan bölgesine hakim olan Müslüman Samanlı Devleti şehzadeleri arasında anlaşmazlık çıktı. Bunlardan Nasır bin Ahmed, Oğulcak Kadır Hanın ülkesine sığındı. Ona iyi muamele edip Artuç nahiyesinin idaresini verdi.

  Artuç Nasır bin Ahmed'in gayretleri ve gelip-giden Müslüman tüccarlar sayesinde bir ticaret merkezi oldu. Satuk Buğra da Artuç'un ziyaretçileri arasındaydı. Nasır bin Ahmed'le tanışıp ondan İslamiyeti öğrenerek Müslüman oldu. Abdülkerim adını aldı. Yirmi beş yaşına gelince Müslüman olduğunu açıklayıp, amcası ile mücadeleye başladı. Onunla Fergana Savaşını yaptı.
  İlk olarak Atbaşı kalesini zaptetti. Daha sonra üç bin kişilik bir orduyla Kaşgar üzerine yürüyüp fethetti. Amcası Oğulcak Kadır Hanı öldürdü. Ülkede hakimiyeti sağlayıp birliği temin etti. Türk ülkelerinde İslamiyeti hızla yaydı. Ebü'l-Hasan Muhammed gibi İslam alimleri, Satuk BuğraHana yol gösterip teşvik ettiler.
  Abdülkerim Satuk Buğra Han, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yağma, Çiğil, Oğuz kabilelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistan şehirlerini birer birer ele geçirdi. Bu sırada Karahanlılar Devletinin doğu kısmına hakim olan Büyük Kağan Bazır Arslan Han Çinlilerden yardım alarak 924 yılında Abdülkerim Satuk Buğra Hana karşı savaş açtı. Satuk Buğra Han Müslümanların yardım ve desteğiyle, onunla Balasagun Savaşını yaptı ve galib geldi.
  Bundan sonra 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Han, güzel ve adil idaresi ile binlerce kimsenin Müslüman olmasına vesile oldu. 955 senesinde Kaşgar civarında bulunan Artuç kasabasında vefat edip oraya defnedildi.
  Abdülkerim Satuk Buğra Handan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pekçok İslam alimi gelip, İslamiyeti doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar. Kendisinden sonra Musa Tunga adında bir oğlu yerine geçti. Bundan sonra da bunun oğlu BaytaşSüleyman Arslan hükümdarlık yaptı. Başka oğulları ve kızları olduğu da rivayet edilmiştir.

Türk Sultanları - Tuğrul Bey

Selçuklu Devletinin kurucusu. Oğuzların Kınık boyundan Selçuk Beyin torunudur. Babasının adı Mikail’dir. Muhtemelen 993 yılında doğdu. Babası Mikail, gazâ akınında şehit düşünce, dedesi Selçuk’un yanında büyüdü. Çocukluğu Cend’de geçti. Büyük bir îtinâ ile yetiştirildi. Âilesinden dînî ve millî terbiye alıp, mükemmel silâh kullanmasını öğrendi.
  Selçuk Beyin vefâtıyla amcası Arslan Yabgu’nun Selçuklu âilesinin reisliğini almasına, kardeşi Çağrı Bey ile itiraz etmedi. Ancak dedelerinin vefâtından sonra iki kardeş Cend şehrini terk ederek batıya göç ettiler. Burada Mâverâünnehr hükümdarı İlek Nasr’ın kendilerine karşı düşmanca siyâseti üzerine Çağrı Bey ile Karahanlı hükümdarı Buğra Hanın ülkesine gittiler.
  Tuğrul Bey, Karahanlılar ülkesinde haps edildiyse de, Çağrı Bey, Buğra Han ordusunu yenip pekçok esir aldı. Alınan esirler karşılığı Tuğrul Bey serbest bırakıldı. Tekrar Mâverâünnehr’e döndüler. Buhara hâkimi Karahanlı Ali Tegin’in aleyhlerine faaliyeti ve yeni durum üzerine Tuğrul Bey çöle çekildi. Çağrı Bey de yeni vatan keşfi için Rum Gazâsına çıktı. İki kardeş, Rum Gazâsından alınan ganîmetlerle çok zenginleştiler.
  Arslan Yabgu, 1205’te Gaznelilerce esir alınıp, Hindistan’da haps edilince, iki kardeş ortak iktidar sistemiyle Selçuklu âilesinin lideri oldu. Liderliği Karahanlı Ali Tegin tarafından şüpheyle karşılanınca, ikili liderlik sistemi yerine amcaları Musa’yı Yabgu yapıp, üçlü iktidar sistemine geçtiler.
  1034 sonbaharında, Gaznelilerin müttefiki Oğuzlardan Şah Melik, Selçuklulara âni bir baskın yapınca, zayıfladılarsa da, tekrar toplandılar. On bin kişilik kuvvet toplayarak Gaznelilere âit Horasan’a girdiler. Gazneli Mes’ûd’un ordusunu 20 Haziran 1035’te Mesâ’da yendiler. Gaznelilerle antlaşma yapıp; Nesâ, Ferâve ve Dihistan’ı aldılar. Ayrıca Tuğrul Beye Gazneli Mes’ûd tarafından hâkimiyet alâmetlerinden olan hil’at, at, menşur ve sancak gönderildi. Tuğrul Bey antlaşmayla Nesâ’da Gaznelilere tâbi federal bir devlet kurmuş olmasına rağmen, resmî îlânı yoktur.
İlk Selçuklu Hükümdarı Oldu
  Tuğrul Bey ve diğer Selçuklu hânedan mensupları toprak sâhibi olunca, Oğuz boyları ve kabile reisleri yanlarına akın edip, toplandılar. Tuğrul Bey, çok güçlenip, bölgenin nüfûsu artınca; Gazneli Mes’ûd’a önceki üç şehrin dar geldiğini bildirip, 1037’de Merv, Serahs ve Bâverd’iyi de istedi.
  Bu şehirlere karşılık da Gaznelilerin maaşlı askeri olma ve Horasan’daki asâyişi temin etme taahhütünde bulundular. Teklifleri oyalamaya alınınca, Tuğrul Bey küçük gruplar hâlinde akın harekâtı yaptırdı. Çağrı Beyin idâre ettiği akınlarda Selçuklular Cüzcan, Tâlekan ve Faryâb’dan Rey’e kadar harekâtta bulundular. Selçuklu akınlarını durdurmak için Gazneli Mes’ûd’un gönderdiği ordu Serahs yakınında 1038 Haziranında yenildi. Zafer sonrasında toplanan kurultayda Tuğrul Bey, hükümdar îlân edildi. Bu kurultay kararı ve 1038 târihi Selçuklu Devletinin kuruluşu olarak kabul edilir.
  Tuğrul Bey Nişapur’da kalıp, Çağrı Bey Merv’de melikler meliki olarak, askerî harekâtları idâre ederek ordu kumandanlığı yaptı. Tuğrul Beyin Nişapur’da istiklâlini îlân etmesi, Gazne’de hoş karşılanmadı. Çağrı Bey, 1039 yılında Gaznelilerle iki kere muhârebe yapıp, yenildi. Tuğrul Bey ve diğer Selçuklu hânedanları, Gazneli Mes’ûd’un düzenli ordusuna karşı gerilla harpleri yapıp, onları yıprattılar.

  Gazneli Mes’ûd, antlaşma istedi. Tuğrul Bey, Gaznelilerin türlü metodlarla Selçukluları Horasan’dan çıkarabileceklerini tahmin ederek, zaman kazanmak ve hazırlıkları tamamlamak için çöle çekildi. Sultan Gazneli Mes’ûd’un 1040 Baharındaki Tûs ve Serahs istikâmetindeki harekâtı üzerine Selçuklular, Tuğrul Beye başvurup, harekete geçmesini istediler.
  Tuğrul Bey, 1040 Mayısında çölden çıkıp, Serhas’ta Gazneli ordusuyla karşılaştı. Gazneliler ot ve yiyecek sıkıntısı çektiğinden Merv’e hareket edince, Tuğrul Beyin kumandasındaki Selçuklular, sağdan ve soldan taarruzla Gaznelileri tâciz ettiler. Dandanakan Kalesi önünde yapılan asıl muhârebede Gazneliler bozuldular. 23 Mayıs 1040 târihinde kazanılan Dandanakan Zaferiyle, Tuğrul Bey tekrar tahta oturdu.
  Tuğrul Bey zafer sonrasında ele geçen ganimetle zenginleşip, kumandanlara pekçok ihsanlarda bulundu. Kurultay toplandı. Kurultayda devletin temel stratejisi tespit edilip, plânlar yapıldı. Bağdat’taki Abbasî Halifeliğine bağlılık ve hürmet ifâde eden mektup gönderildi.
Abbasi Halifesine Bağlılığını Arz Etti
  Çağrı Beyin 1060’ta vefâtına kadar ortak iktidar sistemine göre hareket edilmesine rağmen, devleti temsil yetkisi Tuğrul Beye âitti. Tuğrul Bey hükümdarlığını ve Selçukluları maddî güçlerle kuvvetlendirdiği gibi mânevî olarak da Halîfe, âlim ve tasavvuf ehlinden destek alıyordu. Tebaasının refah seviyesini yükseltip, orduyu askerî sisteme göre teşkilâtlandırıyordu.
  1040 Dandanakan Zaferi ve 1043’te devlet merkezini Rey’e taşıması sebebiyle Bağdat’taki Abbâsi Halîfesi El-Kaim’e tekrar bağlılığını arz etti. Tuğrul Beyin Abbasî Halîfesiyle münâsebeti Sünnî İslâm dünyasında büyük îtibâr kazanmasına sebep oldu. Halîfe El-Kaim, Tuğrul Beyin yanına; büyük İslâm âlimlerinden olup, sosyal ve devlet idâresi hakkında Ahkâm-üs-Sultâniye isimli eserin sâhibi olan Maverdî’yi gönderdi.
 Tuğrul Bey, ülkesinde hutbeyi Abbasî Halîfesi adına okuttu; halîfenin zâlim Büveyhîler ve âsîlere karşı yardım talebini kabul etti. Halîfeye bildirdiği arz; samimiyetinin ve temiz itikadının ifâdesi olup, şunları ihtivâ ediyordu: Halîfeye hizmet etmek şerefine kavuşmak, Mekke’de Hac yapmak ve Hac yollarını Bedevîlerin taarruzundan korumak, Suriye ve Mısır’da Fâtimîlerle harp etmektir.
  1055’te Bağdat’a gelip, hutbede adı okundu. Selçuklu Hânedanı ile Abbasîler arasında evlenmeler münâsebetiyle akrabalık kuruldu. Halîfe, Çağrı Beyin kızı Hatice Arslan Hatun ile 1056’da evlendi. Tuğrul Bey de Halîfe’nin kızı ile 1062’de muhteşem bir düğün merâsimiyle evlendi. Bağdat’tayken zâlim Büveyhîler ve sapık Fâtimîlere karşı mücâdele edip, Musul ve bölgede Selçuklu hâkimiyetini tesis etti. Büveyhli hükümdarını öldürerek, Bağdat ve sünnî âlemini katliam ve tahripten korudu.
  Selçukluların batısındaki Bizans ülkelerine fetih harekâtı ve akınlarında bulundu. Erzurum Hasankale’ye gelip, Malazgirt’i fethetmek istediyse de kışın yaklaşması üzerine, baharda gelmek üzere kuşatmayı kaldırdı. Tuğrul Bey, hâkimiyet ve tahrik sebebiyle kendine âsî olan üvey kardeşi İbrâhim Yınal’ın isyânını 1058’de bastırıp, onu cezâlandırdı.

Dünyanın En Büyük Devletlerinden Birisini Kurdu
  Tuğrul Bey, devâmlı mücâdeleyle geçen uzun yıllar sonunda çok büyük işler başardı. Dünyânın en büyük devletlerinden birini kurup, Türk İslâm âlemine çok hizmeti geçti. Mâverâünnehr’den Anadolu’ya, Irak’tan Âzerbaycan ve Kafkasya’ya kadar olan ülkede huzur ve emniyet tesis etti. Yirmi sekiz ülkeye kendi hâkimiyetini kabul ettirdi. Zirâî, ticârî faaliyet neticesinde iktisâdî hayat gelişip, refah seviyesi yükseltildi. Bizans akınlarında çok ganimet alınıp, büyük gelir elde edildi. Devlet teşkilâtı muazzam şekilde tesis edilip, kuvvetli temeller üzerine oturtuldu. Selçuklu Devlet Teşkilâtı, devrinde ve sonra kurulan Türk ve İslâm devletlerine nümûne oldu.
  Tuğrul Bey, yirmi beş yıl adâlet, ihsan ve gazâlarla geçen hükümdârlıktan sonra, hastalandı. Yetmiş yaşlarında Rey yakınlarındaki yazlığında 5 Eylül 1063 târihinde vefât etti. Tuğrul Beyden sonra Selçuklu tahtına yeğeni Alparslan geçti. Tuğrul Bey âdil, vakur, cömert, samimi, iyi ve yumuşak huylu bir şahsiyetti. Halkı tarafından sevilen bir hükümdar ve ordusunca tam bağlanılan kuvvetli bir kumandandı. “Kendime bir saray yapıp da yanında bir câmi inşâ etmezsem, Allahü teâlâdan utanırım.” sözü Tuğrul Beyin dînî duygularını çok güzel ifâde etmektedir.

Türk Sultanları - Kutbüddîn Aybek

Hindistan’da Delhi Türk Sultanlığı’nın kurucusu. Türkistanlı olup, ailesi, doğum târihi ve yeri kesin bilinmemektedir. Küçük yaşta köle olarak Türkistan’dan Nişâbûr’a getirildi. Nişâbûr’da bölge vâlisi Kadı Fahrüddîn Abdülazîz Kûfî tarafından terbiye edilip, ilim öğretilmek ve her hususta yetiştirilmek üzere satın alındı.
 Kadı Fahrüddîn, köle olmasına rağmen asaleti, üstün kabiliyeti, keskin zekâsı ve asîl hareketlerini beğendiği,  Kutbüddîn Aybek’in çocuklarıyla beraber tahsil ve terbiye almasını sağladı. Kur’ân-ı kerîm okumayı, fıkıh ve lüzumlu ilmihâl bilgilerini, yazı yazmayı, ata binip ok atmayı, kılıç ve her türlü silâh kullanmayı ve harb oyunlarını çok mükemmel bir şekilde öğretti.
 Kutbüddîn; örnek ahlâkı, müstesna terbiyesi, üstün kabiliyeti, akıllı ve asîl hareketleriyle dikkati çekip, takdir edildi. Tahsil ve terbiyesini tamamlayıp, muharip Memlûk askeri olarak yetiştirildikten sonra, cihâdlara katılması için Gazne’de Sultan Muizzüddîn Muhammed Gûrî’ye verildi.
 Sultan Muhammed Gûrî, Kutbüddîn Aybek’in hareketlerini, ahlâkını çok beğendiği için kendisine yakın memûriyetlerde vazifelendirdi. Devlet hizmetlerinde kendisini kabul ettiren Kutbüddîn, kısa zamanda yükselerek, Emir-i Âhurluğa yükseldi. Bu görevde iken, komşu beylere karşı muvaffakiyetler ve Hindistan’da kazandığı zaferler ile takdir edildi.

 Sultan Muhammed, Delhi seferinden dönüşünde Kutbüddîn Aybek’i, Kuhrâm ve Samanah vâliliğine tâyin etti. Kutbüddîn, otoritesini kurar kurmaz Kuhrâm şehrini îmâr etti. Bölgedeki adaleti tesis edip, etnik durumlarına bakmaksızın ahâliye hizmet götürdü. Bölgesindeki hizmetleri yanında, komşu meliklere de yardım edip, Hindistan’da Müslüman hâkimiyetini kuvvetlendirmeye çalıştı.

Puthanâleri Yıktılararak Yerine Camiler İnşâ Ettirdi
 1192 senesinde Mirat kalesini ve Delhi’yi zaptetti. Buralardaki puthâneleri yıktırarak yerine câmiler inşâ ettirdi. Kazandığı zaferler sayesinde sultânın iltifatına mazhar oldu. Sultânı ziyaretten dönerken, Kîrma’da Melik Tâcüddîn Yıldız ile görüştü. Melik Tâcüddîn, kızını onunla evlendirdi. Kutbüddîn Aybek, Hindistan’a dönüşünden sonra 1194 senesinde tekrar fütuhata başladı. 1197 senesinde Bedâun, 1198’de Siruhi bölgesini zapt edip, Kannauj bölgesini itâate aldı. 1199 senesinde de Malvah ve çevresindeki beldeler feth edilerek bölgede Hindû hâkimiyeti yıkılıp İslâm idaresi kuruldu.
 Sultan Muizzüddîn, 1206 senesinde vefât edince, Lahor’a giden Kutbüddîn Aybek, sultanlık teklifini kabul etti. Kuzey Hindistan’a hâkim olup, Delhi Türk Devleti’nin temelini attı. Ölen sultanın kardeşi ve batı Gurluları sultânı Gıyâseddîn Mahmûd, bu duruma rızâ gösterip, Kutbüddîn’e Melik ünvanını verdi. Kutbüddîn Aybek, 1210 senesinde harb tâlimi için, çevgan oynarken, geçirdiği bir kaza sonunda vefât etti. Lahor’da defn olundu.
 Sultan Kutbüddîn, hayâtı, şahsiyet ve icraatları bakımından müstesna bir kimseydi. Cihâd niyetiyle geldiği Hindistan’da İslâmiyet’i hâkim kılarak, devlet kurdu ve Delhi’yi başşehir yaptı. Fethedip, hâkimiyet kurduğu beldelerde, kalıcı ve köklü tedbirler aldı. Zaferlerden sonra topladığı ganîmet ve senelik vergi ile hediyeleri halkın lüzumlu ihtiyaçlarına harcadı.

Öyle Bir Adalet Kurdu ki...

  Sosyal müesseseler kurup eserler yaptırdı, İslâm dînine uymayan vergileri ve zulmü kaldırarak halka adaletle muamele etti. Târih-u Fahrüddîn Şah’da onun hakkında şöyle yazmaktadır: “O öyle bir adalet kurmuştu ki, etrafına toplanmış çeşitli ülkelerden ve kabîlelerden insanların çokluğuna rağmen, kimse kimseden zorla ne bir tutam ot, ne de bir lokma ekmek alabildi.”
 Tâc-ül-meâsir’de de onun adaleti hakkında şöyle yazmaktadır: “Aybek’in sulh ve sükûn içinde geçen idaresinde, hazînelere muhafız koymaya, sürülere çoban tutmaya gerek yoktu. Kurtla, kuzu aynı kaynaktan su içiyordu. Hırsız ve hırsızlığın adı bile duyulmazdı.” Kutbüddîn Aybek’in âdil bir idare kurması kendisini halka sevdirmesi, Müslümanları koruyup, âlimlerin ihtiyaçlarını karşılaması, kuvvetli bir hâkimiyet kurması ve bunun devamını sağlayacak tedbirler alması; Hindistan’da İslâmiyet’i yayma çalışmalarını muvaffakiyetle neticelendirdi.

Çok Güzel Eserler İnşâ Ettirdi, Büyük Evliyalar Yetişti

 Kutbüddîn Aybek, Müslümanların ilim, irfan sahibi olup, ibâdetlerini rahatça yapabilmeleri için çok güzel eserler inşâ ettirdi. Fethettiği beldelerde ibadethaneler yaptırdı. 1193 senesinde vâli iken fethettiği Delhi’de, Edine Câmii ve Cumâ mescidi de denilen Kutb Câmii’nin inşaasını başlattı. Kutb Câmii ve çevresinde diğer Müslüman sultanlar ilâve ve tâmiratlarda bulundular. Câminin minaresi beş katlıdır. İlk üç bölümü kırmızı ve sarı kumtaşından, dördüncü ve beşinci katları ise mermerden yapılmıştır. Bu câminin sâdece minaresi günümüze ulaşmıştır.
 Ecmir’in fethinden sonra bu şehirde 1200 senesinde başlanıp Şemseddîn İltutmuş tarafından bitirilen câmii de eşsiz bir şaheserdir.Kutbüddîn Aybek ayrıca; âlim, sanatkâr ve okuyucuların faydalanabileceği zengin bir kütüphane yaptırdı ve ilme büyük hizmette bulundu. Devrinde Hindistan’ın en büyük evliyası Muînüddîn Çeştî, Ecmir’e gelip yerleşti. Hindistan’ın manevî fâtihi olan bu büyük zâtın talebeleri Hindistan’ın yeni fethedilen beldelerine dağılarak feyz ve bereket saçtılar.

Türk Sultanları - Sultan Sencer

Büyük  Selçuklu Sultânı. Melikşah’ın oğludur. Babasının bir seferi sırasında, 1086 yılında Sincar’da doğdu. Küçük yaşından îtibâren ilim öğrenmiş, devlet idâresinde tecrübe kazanmış ve ağabeyi Sultan Berkyaruk’a devlet işlerinde yardımcı olmuştur.
  Sencer, gerek ağabeyi Berkyaruk’un, gerekse diğer ağabeyi Muhammed Tapar’ın saltanatları zamânında devlet hizmetinde bulunarak millî birliğin teminine elinden gelen yardımı yaptı. Doğuda ortaya çıkan isyânları bastırdı. Bu esnâda gösterdiği başarılar sebebiyle Horasan melikliğine tâyin edilen Sencer, taht mücâdeleleri dolayısıyla Selçuklu Devletinin içinde bulunduğu durumdan istifâde ederek, Selçuklu topraklarına saldıran Şarkî Karahanlı Hükümdârı Kadir Hanın saldırılarını bertaraf etti (Haziran 1102). Gazneliler Devletini tâbi duruma soktu. Gazne’de hutbe, sıra ile; halîfe, sultan, sonra Melik Sencer ve nihâyet Gazne sultânı Behramşah adına okundu (1118).
 Sencer, ağabeyi Berkyaruk’un vefâtından sonra sultan olan diğer ağabeyi Muhammed Tapar ile de samîmî ve gösterişsiz münâsebetlerini devam ettirdi. O, doğu bölgelerinde siyâsetini icrâ ederken, Sultan Muhammed batı ile ilgileniyordu. Yâni Sultanla müstakbel sultan birbirini tamamlıyorlardı.
  Babası Melikşâh’ın siyâsetini tâkip eden Sencer, Horasan’dan îtibâren, devletin doğusunda Selçuklu düzenini yeniden kurdu. Böylece Selçuklu Devleti, doğudan emin olarak batıda mücâdelelerine devâm etti.

Horasanda Kendisini Sultan İlan Etti
  Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine (18 Nisan 1118), henüz küçük yaşta bulunan oğlu Mahmûd, devlet erkânı tarafından, Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkarıldı. Diğer taraftan Sencer de Horasan’da kendisini sultan îlân etti (14 Haziran 1118) ve sultanlığını halîfeye tasdik ettirdi. Sencer’in tek başına Büyük Selçuklu Sultânı olabilmesi için, tahta çıkarılan Mahmûd’un bertaraf edilmesi lâzımdı. 14 Ağustos 1119’da Save’de amca-yeğen arasında yapılan savaş, Sencer’in gâlibiyetiyle netîcelenince Sencer, Büyük Selçuklu sultânı oldu. Devletin merkezi, Irak-ı Acem’den Horasan’a nakledildi.
  Mahmûd’la yapılan anlaşmaya göre, Rey, Sencer’de kalmak üzere, imparatorluğun batı tarafları Mahmûd’a verilecekti. Ancak Mahmûd hem sultan ünvânını koruyacak, hem de Sencer’e tâbi olacaktı. Böylece Irak Selçukluları Devleti kurulmuş oldu.
  Sencer, 1113’te Semerkant’a, 1114’te Gazne ve Gurlular üzerine sefer yaparak bölgede hâkimiyetini tesis etti. Ayrıca Irak, Âzerbaycan, Taberistan, İran, Sistan, Kirman, Harezm, Afganistan, Kaşgar ve Mâverâünnehr’de hakimiyet kurdu. Uzun zaman saltanat mücâdeleleri geçiren devleti yeniden tanzim etti. Âdeta devleti yeniden kuran Sencer, idâreci kadroyu da yeniden tâyin etti. Irak-ı Acem’in yarısı ile Gilân bölgesini Şehzâde Tuğrul’a; Fars eyâletiyle, İsfehan ve Huzistan’ın yarısını ise Selçuk Şâha verdi. Kendisi de Sultan-ül-a’zam ünvânını aldı. Diğerleri ona tâbi oldular.
  Bu birlik bir müddet böyle devâm etti. Fakat Halife Müsterşît ile bir ittifak kuran Mahmûd, amcasına isyân hazırlıklarına başladı. Bunu haber alan Sencer, Mahmûd’un üzerine yürüdü. 26 Mayıs 1132’de yapılan Dînever Savaşı Sencer’in gâlibiyetiyle netîcelendi. Sencer, yanında getirdiği diğer yeğeni (Mahmûd’un küçük kardeşi) Tuğrul’u, Irak Selçukluları tahtına çıkardı ve ona bâzı tenbihlerde bulunarak geri döndü.
  Daha sonra Karahanlıların isyânını bastıran Sencer, 1136’da Gazneliler ve 1141’de Harezm’in isyânını bastırdı. 1141’de gayri müslim Karahitayların, Karahanlılara hücûmuna mâni olmak isterken Semerkant yakınlarındaki Katavan sahrasında Karahitaylara mağlup olması, uzun süren saltanatının dönüm noktası oldu ve onu son derece telâşa düşürdü. Belh’i kaybetti.
  Sencer’in bu mağlûbiyeti, gerek Müslüman gerekse Hıristiyan dünyâsında büyük akisler yaptı. Mağlûbiyeti fırsat bilen Harezmşâh Atsız, Horasan ve Sencer’in pâyitahtı Merv’i istilâ etti ve hazîneleri alıp götürdü. Sencer’in Harezm’e sefer yapacağını öğrenen Atsız, ona karşı meydan muhârebesi vermeyi göze alamadı, tekrar itâatini arz edince affedilerek hazîneleri iâde etti. Bu uzlaşma hiçbir şeyi halletmedi ve Sencer, Atsız’ı iknâ etmek üzere meşhûr şâir Edib Sâbir’i elçi gönderdi. Atsız, tertip ettiği bir sûikastle Edib Sâbir’i öldürtünce, Sencer üçüncü defâ Harezm’e sefer yapmaya mecbur oldu (1147). Sencer, pâyitaht kapılarına dayanınca, Atsız af dilemek üzere elçi gönderdi. Sultan yine affetti.
  Bu esnâda Sencer’in kumandanlarından Kumac, bağımsızlık îlân eden Gur Sultânı Alâeddîn Hüseyin Cihansuz’a yenilmişti. Sultan Sencer, Gurlulara karşı sefer hazırlıkları yaparken, Gurlular Gaznelilerle savaşa tutuştu. Netîcede Gazneliler kat’î mağlûbiyete uğradı ve Behramşâh Hindistan’a kaçtı. Gaznelilerin pâyitahtı, Gur hükümdârı Alâeddîn Hüseyin Cihansuz tarafından yerle bir edildiği sırada, Sultan Sencer de, Gurlulara haddini bildirmek için yola çıkmıştı. Haziran 1152’de yapılan savaşta Gurlular mağlup ve hükümdârları da esir edildi. Gur idâresi tekrar Alâeddîn Cihansuz’a verildi. Sencer, Katavan sahrasındaki yenilgiden beri, ilk defâ büyük bir zafer kazanmış ve tekrar îtibârını yükseltmişti.
  Fakat bu defâ Oğuzlarla Selçuklu emirleri arasındaki ayrılık büyüdü ve bir kısım emîrlerin ısrârı üzerine, Oğuzlarla Belh vilâyeti içinde savaşa mecbur oldu (Mart ve Nisan 1153). Savaş, Selçuklu ordusunun mağlup olmasıyla sonuçlandı. Sultan esir düştü. Tâbi bulundukları Selçuklu Devletinin büyük sultânını esir alan Oğuzlar, beklemedikleri bu netîceden sonra birden bire kendilerini devletin başında buldular.

   Esir Sultan’ı Tahta oturtuyor, gereken saygıyı gösteriyor; Fakat gece de demir bir kafese koyuyorlardı. Her ne kadar Sencer aralarında esir sıfatıyla bulunmuşsa da, kendilerinden birini sultan yapmayarak, esir hükümdârı tahta oturtup saygı göstermeleri; Oğuzların Büyük Selçuklu Devletini devam ettirmek istediklerini gösteriyordu. Fakat Büyük Sultan, Oğuzların elinde esâret altında hükümdâr olmaktansa tahtı terk etmeyi tercih etti. Merv hânkâhına kapandı. Yine esâret devâm ediyordu. Üç yıl süren esirlik hayâtında çok sıkıntılar çekti. Kumandanlarından Kumac’ın torunu Mu’eyyed Ayaba tarafından, Oğuz muhâfızları kandırılarak Nisan 1156’da kurtarıldı.
  Ancak kurtuluşundan bir yıl sonra 29 Nisan 1157 senesinde vefât ederek Merv’de kendi yaptırdığı türbesine defnedildi. Vefâtında 91 yaşındaydı.
  Kırk yıl süren saltanatı boyunca Sencer, doğu ve batı olmak üzere iki cepheli bir siyâset tâkip etmiştir. Fakat siyâsetinin ağırlık noktasını hep doğu teşkil etmiştir. Önce batıyı tanzime uğraşan Sencer, burada bir türlü istediğini yapamamıştır. Çünkü hâdiseler onu doğuya çekerken, batı tamâmen ihmâl edilmiştir. En ufak bir bahâneyle hep doğuya hareket eden Sultan’ın bunda ne kadar haklı olduğunu, Katavan Savaşı ve Oğuz isyânının doğuda patlak vermesi göstermiştir.
  Sencer zamânında halk refah içindeydi. Mevcut nizamı bozmak ve Ehl-i sünneti zayıflatmak için ortaya çıkan Bâtınîlik ve İsmâilîlik cereyânı, devlet tarafından alınan bütün tedbirlere rağmen, câhiller arasında yayılmaya devâm etmiş, kaleden kaleye sıçrayarak, bir taraftan Sûriye’ye, diğer taraftan devletin belkemiği olan Horasan’a doğru yayılmıştı. Her tarafta bir tedhiş hareketi almış başını gidiyordu. Fakat Sultan, saltanat mücâdeleleri, iç karışıklıklar ve doğudan gelen saldırılar sebebiyle onlarla yeteri kadar ilgilenemedi.
Sencer Devrinin En Büyük Âlimi İmâm-ı Gazâlî Hazretleri
  Babası Melikşâh devrinde de bulunmuş olan İmam-ı Gazâlî hazretleriyle Sencer’in münâsebetleri meşhurdur. Ahmed Nâmık-i Câmî rahmetullahi aleyhle de münâsebeti olan Sencer, âlim ve şâirleri sarayından eksik etmezdi. Bunun netîcesi olarak, uzun süren saltanatı zamânında Sultanın teveccühüne mazhar olan pekçok âlim, sanatkâr, tabip yetişmiştir. Allah adamlarının yanında bulunmaktan hoşlanan Sultan Sencer, onların nasîhatlerini can kulağıyla dinler, hatâ yaptığında îkâz etmelerini ricâ ederdi. Kim olursa olsun kendisine yapılan şikâyeti sabırla dinler adâleti yerine getirirdi.
  Sultan Sencer’in teşvikleriyle Horasan, bütün İslâm dünyâsına ve bu arada Anadolu’ya devamlı şekilde din ve ilim adamı sevk eden bir merkez olmuştu. Sencer zamânında Selçuklu devlet teşkilâtı da en sağlam hâlini almıştı.
Sencer, daha sağlığında, babası Melikşâh kadar büyük bir hükümdâr sayılmıştır. Ölümünden sonra da kaynaklarda yine Melikşâh ile birlikte örnek hükümdâr olarak gösterilmiştir.
  Hadîs-i şerîf rivâyet edebilecek kadar ileri derecede ilim sâhibi olup, hadis âlimleri arasında sayılmıştır. Farsça şiirler yazdığı da bilinmektedir.
  Daha hayattayken Merv’de yaptırdığı türbesi büyük bir sanat eseri olup, devrinin medeniyeti hakkında fikir vermeye yeter.

Türk Sultanları - Çağrı Bey

Anadolu kapılarını Türklere açan, bugünkü Türkiye’mizin ilk bânîsi  mücâhid sultan Alparslan’ın babası. Selçuklu Devleti’nin kurucusu Muhammed Tuğrul Bey’in ağabeyi olan Çağrı Bey, 990 (H.380) senesinde doğdu. Künyesi, Ebû Süleyman’dır. O devirde Türkler, çocuklarına bir peygamberin veya bir sahabenin ismini verirlerdi. Buna istinaden Çağrı Bey’e de, Dâvûd aleyhisselâmın ismini vermişlerdi. Bir çok kaynaklarda ismi, sâdece Dâvûd olarak geçmektedir. Kardeşi Muhammed Tuğrul Bey ile Selçuklu Devleti’ni kurduktan sonra, Horasan bölgesinin emirliğini yaptı. 1060 (H.425) senesinde Serahs şehrinde vefât etti.
  Dedeleri Selçuk Bey, Aral gölünün güney ve güney doğusunda yer alan, Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin arasında kalan meşhur ilim ve irfan bölgesi Mâverâünnehr’de, Oğuz Türklerini etrafında toplamış, onların başına geçip Müslüman olmakla şereflenmelerine vesîle olmuştu. Müslüman olan bu Türklerle, Müslüman olmayanlar üzerine gazalar yapıp, Allahü teâlânın dînini yaydı. Bu cihâdlarda oğlu Mikâil Bey şehit oldu. Mikâil Bey’in vefâtıyla oğulları Dâvûd Çağrı Bey ile Muhammed Tuğrul Bey, dedeleri Selçuk Bey’in yanında yetiştiler.

  Selçuk Bey’in vefâtı üzerine de amcaları İsrail Arslan Yabgu’nun emrine girdiler. Yaşadıkları Mâverâünnehr’e Karahanlıların hâkim olması, Selçuklu Türklerinin onlarla karşı karşıya kalmalarına sebeb oldu. Tuğrul Bey’i tutukladılar. Bir baskınla Çağrı Bey, Karahanlıları yenip kardeşini kurtardı. Tuğrul Bey, daha fazla zayiat vermemek için askeriyle çöle çekildi. Çağrı Bey’in de Anadolu üzerine gitmesine karar verildi.

Gayesi Müslüman Türkleri Bir Bayrak Altında Toplamaktı
  Dâvûd Çağrı Bey, azimli, soğukkanlı, son derece cesur, ileri görüşlü, Türk târihinin yetiştirdiği büyük kahramanlardan olup, son derece âdil, dürüst bir insandı. Askerlik sahasında dahî bir komutan, Müslüman Türkleri bir bayrak altında toplamak ve İslâmiyet’e hizmet etmek gayesiyle yanıp tutuşan merhametli bir kimseydi. 1016 senesinde, İslâmiyet’i yaymak, Allahü teâlânın mübarek ismini yüceltmek ve insanların Cehennem ateşinden kurtulmaları için, Mâverâünnehr’den Bizans ülkelerine doğru cihâda çıktı. Horasan bölgesinde yaşayan Türkmenleri de toplamak suretiyle ilerledi. Irak-ı Acem bölgesinden geçip Bizans İmparatorluğuna bağlı Ermeni Vaspuragan ve Ani krallıkları ile Azerbaycan’da pek şiddetli muharebeler yaptı. Beş sene, Ermeni, Hıristiyan, Gürcü ve Rumlarla mücâdele etti. Müslüman olanları kardeş sayıp bağrına bastı, emân dileyene kılıç vurmadı. Pek büyük muvaffakiyetler kazandı. Onların, daha doğuya ve güneye doğru yayılarak Müslümanları rahatsız etmesine engel oldu. Pek çok ganîmetle Mâverâünnehr’e döndü. Bu seferlerinde Dâvûd Bey, Anadolu’nun Müslüman Türklere güzel bir yurt olacağına kanâat getirmişti.
  1025 senesinde Gazne hükümdarı Sultan Mahmûd, ordusu ile Türkistan ve Mâverâünnehr üzerine yürüyerek Selçukluların ve Türkmenlerin reisi olan Arslan Bey’i esir edip, Hindistan’da hapsettirdi. O zaman, Türkmenlerin bir kısmı Gaznelilerin tâbiiyyetine girdiler. Bir kısmı da Dâvûd Çağrı Bey ve Muhammed Tuğrul beylere tâbi oldular. Böylece Dâvûd Bey, Tuğrul Bey ve amcaları Musa Bey, Türkmenlerin emîri oldular. Bu üç lider, ülkelerini dokuz sene rahat ve huzur içinde idare ettiler.

Sultanlığını İlan Etti ve Adına Hutbe Okuttu
   1034’de Buhara ve Harezm emirlerinin baskı yapması sebebiyle, Mâverâünnehr’i terketmek mecburiyetinde kaldılar. Horasan’a gelen Dâvûd Çağrı Bey ile Tuğrul Bey, Gazne hükümdân Mes’ûd’un Horasan valisine müracaat ederek, sürüleri için Sultan’dan yaylak ve kışlak istediler. İstekleri kabul edilmedi. Ayrıca o bölgeden uzaklaştırmak için üzerlerine büyük bir ordu gönderildi. Güçlü Gazne ordusunu Nesa yakınlarında karşılayan Dâvûd ve Tuğrul Beyler, uyguladıkları dahîce bir taktikle bozguna uğrattılar.

  1035 senesindeki Selçuklu ordusunun bu muvaffakiyeti üzerine Gazne hükümdarı Mes’ûd, Dâvûd ve Tuğrul Bey ile müzâkerelere girişti. İsteklerini fazlasıyla verdiği gibi bâzı imtiyazlarda da bulundu. Ancak Oğuz boylarının, ülkesine saldırmasına mâni olmalarını şart koştu. Bunu kabul etmeyen Selçuklu liderleri, yeniden ordu hazırlayıp, Gaznelilerle çarpıştılar. Sultan Mes’ûd’un ordusunu yenerek dağıttılar. Bu gazada Dâvûd Çağrı Bey, Gürcan valisini mağlûb ederek 1037’de Merv şehrini zaptetti. Burada “Melîk-ül-mülk” ünvanı ile hükümdarlığını îlân etti ve adına hutbe okuttu.
  Dâvûd Çağrı Bey’in, sultanlığını îlân edip, adına hutbe okutması, Gazne Sultânı Mes’ûd’un tekrar büyük bir ordu kurup, Selçuklular üzerine yürümesine sebeb oldu. Subaşı kumandasındaki Gazne ordusunu, Serahs şehri yakınlarındaki Talhâb’da karşılayan Çağrı Bey, iki gün süren kanlı bir çarpışmadan sonra hezimete uğrattı. Bu zaferden sonra 1038’de Belh ve Herat şehirleri alındı, Horasan’ın kuzeyi tamâmiyle ele geçti.
  Selçukluların gittikçe karşı konulmaz bir güç hâline geldiğini gören Sultan Mes’ûd, ordularıyla acele yürüyerek Gürcan’ı geri aldı. Belh şehrinden geçerek Karahanlı Börü Tegin’i emri altına almak için Mâverâünnehr’e girdi. Ancak Dâvûd Çağrı Bey’in üzerine geldiğini haber alınca geri döndü. Tuğrul Bey de 1038 Ağustosunda Nişâpûr şehrini ele geçirip sultanlığını îlân etti.
1038 senesinde Sultan Mes’ûd, güçlü bir ordu hazırlayıp Selçukluların üzerine yürüdü. Çağrı Bey’le, Aliâbâd ovasında yaptığı muharebede nisbî bir başarı sağladı. Çağrı Bey, bu savaşta ordusunu fazla zayiat verdirmeden geri çekti. Tuğrul Bey ve Musa Bey’in yardıma yetişmesi üzerine, Sultan Mes’ûd anlaşmak zorunda kaldı.

Selçuklu Devletinin Temelini Attı
  1040 senesi Mayıs ayında Sultan Mes’ûd, bütün gücünü toplayarak Selçuklu topraklarının bir ucundan girip diğer ucundan çıkmak üzere harekete geçti. Dâvûd Çağrı Bey, kardeşi Tuğrul Bey’den ve amcası Musa Bey’den yardım istedi. Onlar, böyle güçlü bir ordu ile başa çıkılamayacağını anlayıp, Anadolu’ya doğru gitmek lâzım geldiğini bildirdiler. Dâvûd Bey’in büyük bir meydan muharebesinde ısrarlı olması karşısında, güçlerini birleştirerek Dandanakan sahrasında karşılaşmak üzere plân kurdular.
   Başkumandan Dâvûd Çağrı Bey, ordusunu Dandanakan’da Gazne ordusunun karşısında intizâma soktu. Kumandanlarına hareket tarzını yeniden hatırlattıktan sonra hücum emrini verdi. Sayı ve silâhça Gazne ordusundan çok az olmalarına rağmen, üstün bir savaş taktiği ile iki günde koskoca Gazne ordusunu mağlûb ettiler. Sultan Mes’ûd canını zor kurtardı. Muharebe meydanına getirdiği bütün hazîneleri Selçuklulara kaldı. Küçük bir ordu ile o dönemin en kuvvetli ordusunu yenen Dâvûd Çağrı Bey, bu zafer ile Selçuklu Devleti’nin temelini atmış oldu.
  Dünyâ makam ve mevkilerini gönlünden çıkaran Dâvûd Çağrı Bey, bir gurur ve kibire kapılma korkusundan, hükümdarlık hakkını kardeşi Muhammed Tuğrul Bey’e verdi. Kendisi ona bağlı bir komutan olarak vazife yapmaya devam etti.
Dandanakan Zaferi Türklere Açık Denizlerin Yolunu Açtı

   Dandanakan meydan muharebesi, Türk târihinde; Malazgird zaferi ve İstanbul’un fethi gibi önemlidir. Asırlardır kapalı kıtalarda dolaşan Oğuz Türkleri, Dandanakan zaferi ile açık denizlere inme imkânı bulmuşlardır. Böylece Selçuklu devleti kurulmuş, Türklerin düzenli bir şekilde yeni bir vatan tutmasına sebeb olunmuştu. Bu bakımdan, Dâvûd Çağrı Bey’in İslâmiyet’e yaptığı hizmet pek büyüktür.
  Dandanakan zaferi ile, pek çok Türkmen beyi Selçuklulara katıldı. Selçuklu sultânı Tuğrul Bey, Horasan bölgesinin idaresini ağabeyi Dâvûd Çağrı Bey’e verip, Gaznelilerin elinde bulunan topraklar üzerinde fütuhata devam etmesini istedi. Amcası Musa Bey’ede Herat, Sistan bölgesinin feth edilmesi vazifesini verdi. Kendisi de ülkenin batı taraflarında faaliyet gösterecekti. Bu plân gereğince hareket eden Dâvûd Çağrı Bey, Dandanakan savaşından önce Gaznelilerin aldığı Belh şehri üzerine yürüdü. Sultan Mes’ûd’un oğlu Mevdûd’un kumandasındaki kuvvetleri yenerek şehri ele geçirdi.

Muhammed Alparalanı Kendine Veliahd Seçti
  Belh’den sonra Cürcan, Badgis, Hutlan ve Tuhâristan bölgelerini hâkimiyeti altına alan Dâvûd Bey, Merv’i hükümet merkezi yaptı. Oğulları; Süleyman, Kara Arslan Kavurd, Muhammed Alparslan, Yâkûtî Osman, Arslan, Argun, İlyas ve Behram Şah ile Horasan’ı idare etmeye, düşmanlar tarafından yapılan saldırılara karşı göğüs germeye başladı. Oğulları arasından, Muhammed Alparslan’ı kendine veliahd seçti.
  Çağrı Bey’in 1044’de hastalanmasını fırsat bilen Gazne sultânı Mevdûd, Belh ve Tuhâristan’ı geri almak üzere harekete geçti. Çağrı Bey, henüz çocuk yaşlarında bulunan veliahdı Alparslan’ı, Sultan Mevdûd’un üzerine gönderdi. Alparslan, Selçuklu ordusunun başına geçip, Belh’e geldi. Müthiş bir meydan savaşı ile Gazne ordusunu bozguna uğrattı. Gaznelileri Belh ve Tuhâristan’dan çıkardı. Oğlunun bu başarısını işiten Dâvûd Çağrı Bey, sevincinden hasta yatağından kalkıp sıhhate kavuştu. Belh, Tuhâristan ve bâzı şehirlerin idaresini Alparslan’a verdi, öteki oğullarını da başka yerlerde vazifelendirdi.
  Bu şekilde Horasan’ın yönetimini nizam altına alan Çağrı Bey, ellerinden çıkmış bulunun Harezm bölgesini yeniden itâati atına aldı. Kıpçak Türkleri ile birleşti. Bu arada Gazne sultânı Mevdûd, Harezm’i ele geçirmek için bâzı Türkistan beyleri ve şiî Büveyhoğulları ile ittifak kurdu. Bunu öğrenen Dâvûd Çağrı Bey, Büveyhoğulları üzerine yürüdü. Bunun üzerine Büveyhoğulları korkarak Gaznelilerle olan ittifaklarından vazgeçtiler.
  Harezm’i almak için yürüyen Mevdûd’un ordusu, Çağrı Bey tarafından hezimete uğratıldı. Bu arada Karahanlılar, durmadan büyüyen Selçukluları kendileri için büyük bir tehlike görerek, bir ordu ile üzerlerine yürüdüler. Çağrı Bey, oğlu Alparslan’ı Karahanlılarla çarpışmak üzere gönderdi. Geleceğin büyük sultânı, Karahanlı ordusunu bir daha Selçuklu topraklarına saldıramayacak şekilde mağlûb etti. Bu zafer neticesinde yapılan andlaşmada Karahanlılar, bundan böyle Selçuklu topraklarına hiç bir zaman hücum etmeyeceklerine söz verdiler.

Bozuk İtikatlı Büveyhoğullarını Ortadan Kaldırdı
  Dâvûd Çağrı Bey, Karahanlılarla yaptığı andlaşmadan sonra, Ehl-i sünnet düşmanı bozuk îtikâdlı Büveyhoğullarına karşı bir ordu hazırladı. Ordunun başına oğlu Kavurd Bey’i geçirerek, Eshâb-ı kiram düşmanı Büveyhîlerin üzerine gönderdi. Bu sırada Büveyhoğulları hükümdarı Ebû Kalicar ölmüştü (1048). Kavurd Bey, ordusu ile, seneler süren uzun çarpışmalardan sonra, Kirman ve Sistan bölgesinde yaşayan bozuk îtikâdlıları temizledi. O bölgeleri hâkimiyetleri altına aldıktan sonra, Musa Bey’in idaresine vererek babasının yanına döndü.
  Gaznelilerle aradaki düşmanlık ve senelerdir sürüp giden harpler, 1059 senesinde Sultan İbrahim’in Gazne hükümdarı olması ile son buldu. Bu iki büyük Türk devletinin andlaşmaları sevinçle karşılandı. Hindikuş dağları iki devlet arasında sınır kabul edilerek, saldırmazlık kararı alındı. Bu andlaşma elli yıl yürürlükte kaldı.
  Sultan Tuğrul Bey’e 1059 senesinde üvey kardeşi İbrahim Yinal isyan etmiş, saltanat dâvasına kalkmıştı. Tuğrul Bey, ağabeyi Dâvûd Çağrı Bey’den yardım istedi. O da oğulları Alparslan ve Kavurd beyleri yardıma gönderdi. Onlar yetişip, ibrahim Yinal’ı mağlûb ettiler, isyanı bastırdılar. Bu, Dâvûd Bey’in, kardeşine son yardımı olmuştu. Bu hâdiseden sonra hastalanan Dâvûd Bey, yetmiş yaşında olduğu hâlde, nice İslâm âlimleri ve velîlerinin yetiştiği Serahs şehrinde 1060 yılında hayâta gözlerini yumdu ve oraya defnedildi.
  Dâvûd Bey, vefâtından önce Türk milletine; İran ve yakın doğu ülkeleri gibi çok geniş bir bölgeyi emânet etmiş; ayrıca İslâmiyet’i üç kıt’ada yayacak, Müslüman Türkleri i’lay-ı kelimetullah için cepheden cepheye koşturacak olan Muhammed Alparslan’ı bırakmıştı.

Türk Sultanları - Uluğ Bey

Astronomi âlimi, Semerkand sultânı. İsmi, Muhammed Taragay bin Muînüddîn Şahruh Bahadır Mirza’dır. Güney Azerbaycan’daki Sultaniyye şehrinde 22 Mart 1394 târihinde doğdu. Timur Han’ın torunudur. Sarayda iyi bir öğrenim gördü. On bir yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arapça’yı mükemmel bir şekilde öğrendi. Bursalı Kâdızâde Rûmî’den ders aldı. Genç yaşında önemli ve ağır sorumluluklar yüklendi.

  1413’te on dokuz yaşında Horasan ve Mâverâünnehr eyâletine hakan nâibi gönderildi. Kendisine başşehir seçtiği Semerkand’da, idarî serbestliğe sâhib, müstakil bir hükümdar gibi hareket etti. Bu görevinde iken babasının verdiği her emri itâatle yerine getirirdi. Ona karşı olan saygı ve bağlılığını belirtmek için Herat’a giderek ziyaret eder, yaptığı ve yapmayı düşündüğü devlet işleriyle ilgili bilgi verir müşaverede bulunurdu. Bu arada eline geçirdiği imkânlardan istifâde ile astronomi ve matematik gibi fen bilimleri üzerinde çalıştı.

Büyük Astronomi Âlimi

  Dünyâ ilim târihinin, zamânına kadar yetiştirdiği en büyük astronomi âlimi olarak şöhret yaptı. Âlimleri korudu. Yumuşak huylu, dâima yeni şeyler araştıran ve öğrenen bir kimse idi. Her zaman ciddî konularla ilgilenir, ilim için gerekli ortamı meydana getirmeye çalışırdı. İlme merakı kadar devlet ve hükümet işlerine de ilgi duyan Uluğ Bey, Semerkand’da otuz sekiz sene hükümdarlık yaptı. İdârî hizmetlerinin yanında ilmî çalışmalara büyük önem verdi ve sarayını bir akademi hâline getirdi. Devrinin meşhur ilim adamlarını topladı ve ortaya attığı meseleleri tartışmalara açtı.

   Sarayı; matematik ve astronomi âlimlerinin olduğu kadar, sanatkâr, şâir ve ediblerin de toplantı yeri idi. Fen alanında araştırmalar yapmak üzere Çin’e heyetler gönderdi. Zamânında başta Semerkand ve Buhârâ olmak üzere; bütün ülke, Türk mîmârisinin en seçkin eserleriyle donatıldı. Bir çok ilim ve hayır müessesesini faaliyete geçirdi. Ayrıca; tarım, ticâret ve ekonomiye büyük önem verdi. Oğlu Abdüllatif tarafından tahttan indirildi. 25 Ekim 1449 Cumartesi günü, eski düşmanlarından Abbâs tarafından kılıçla feci bir şekilde katledildi. Dedesi Timur Han’ın yanına defnedildi.

   Hayatını Türk-İslâm dünyâsı kültür ve medeniyetinin gelişmesi ve yükselmesine vakfeden Uluğ Bey, yalnız Türk-İslâm ilim târihinde değil, dünyâ târihinde de önemli yeri olan bir fen âlimi idi. Bilhassa astronomi ve matematiğe karşı derin bir ilgi ve alâka göstererek, hayâtı boyunca bu ilimlerle meşgul oldu. İlmî araştırma ve incelemeye çok meraklı idi. Hocası Bursalı Kâdızâde Rûmî ve devrinin ünlü astronomi âlimi Gıyâseddîn Cemşid’in; matematik ve bunun uygulama alanı olan astronomi ilminin tetkiki, geliştirilmesi ve bu ilme hizmet vermesi hususunda kendisine çok tesirleri oldu. Daha sonraları Ali Kuşçu da bu ilmî çalışmalara katıldı.

Trigonometride Yeni Buluşlar Yaptı

  Uluğ Bey tarafından Semerkand’da kurdurulan rasathânedeki astronomi çalışmaları, astronominin bugünkü ileri seviyesine gelmesinde şeref payına sahiptir. Astronomi ile ilgili çalışmalarının temelini, matematikteki trigonometrik esaslar teşkil etmektedir. Bu sebepten Uluğ Bey, trigonometri ilmi üzerinde geniş çalışmalar yaptı. Bir derecelik yayın sinüs değerini hesaplamak bu yolda yapılan çalışmaların ilkini teşkil eder. Kendisinden önceki doğu ve batı dünyasındaki tahmînî ve takribî bilgileri bırakıp, ilmî esasları tesbit ederek trigonometride yeni bir araştırma yolu açtı.

En Meşhur Eseri Rasathanesi

  Uluğ Bey’i dünyâya tanıtan, astronomi alanında yaptırdığı eserler oldu. Onun en meşhur eseri Semerkand’da yaptırdığı büyük rasathânedir. Günümüzden yaklaşık altı asır önce yapılan bu rasathânedeki çalışmalar, çağımızın astronomi çalışmalarına hâlâ ışık tutmaktadır. O gün yapılan hesaplar, günümüzün astronomik hesaplarına tıpatıp uymaktadır. 1420 senesinde tamamlanan rasathanenin ilk müdürü Gıyâseddîn Cemşid’dir. Daha sonra Kâdızâde Rûmî, sonra da Ali Kuşçu bu vazifeye getirilmiştir. Rasathâne’nin yer üstündeki kısmı üç katlı idi. Yıldızların yüksekliklerini bulmak için kullanılan rub’u dâire Ayasofya Câmii’nin kubbesi kadardı.

  Uluğ Bey, İlhanlılar zamânında yapılan rasatları yeniden inceledi. Kontrolden geçirdi ve yeni rasatlar yaptı. On iki sene süren bu çalışmasının netîcesini ancak 1437 senesinde alabildi ve kendi adıyla anılan büyük eseri Uluğ Bey Zîci’ni ortaya koydu. Önceki zîclerin eksiklerini tamamlayan bu eser devrin ilmî esaslara dayanan tek cedveli olup, eski zîclerin yanlışlarını düzeltiyor ve yıldızların hareketlerini daha mükemmel gösteriyordu. Eser, bilim târihinde Batlemyüs ve Nasîrüddîn Tûsî’nin hazırladığı zîclerden sonra üçüncü büyük zîc olarak tanınmaktadır.

   Eserde genellikle gökyüzünün güneyinde kalan kırksekiz takım yıldız konu edilmiş ve bu takım yıldızlar içerisinde bulunan 1018 yıldızın koordinatlarını en doğru biçimde tesbit etmiştir. Eser dört bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölüm; farklı kimseler tarafından kullanılan değişik kronolojik sistemleri belirtir. İkinci bölüm; pratik astronomi bilgilerini ihtiva eder. Üçüncü bölüm; dünyâ merkezli kâinat sistemine göre, gök cisimlerinde görülen hareketler ve yerleri ile ilgilidir. Dördüncü bölüm astrolojiden bahseder. Eser 1665 senesinde İngilizce’ye tercüme edilerek Oxford’da basıldı. Fransızca tercümesi 1853’de Farsça metniyle birlikte basıldı. Esere Ali Kuşçu ve torunu Mirim Çelebi tarafından şerhler yapılmıştır.

Arabî Ayların Birinci Gününü Tespitte En Doğru Metodu Buldu

  Herhangi bir Arabî ayın birinci gününün hangi gün olduğunu bulmak için muhtelif usûller vardır. Bunların en sahîhi Uluğ Bey’in bildirdiği usûldür. Bu usûle göre, evvelâ, hicrî senenin birinci ayı olan Muharrem’in birinci günü bulunur. Muharrem ayının birinci gününü bulmak için, bilinen hicrî sene sayısı dâima 210 adedine bölünür. Bu taksimin kalanının birler basamağındaki (en sağındaki) rakam bakîden çıkarılır. Kalan sayı birinci cetvelde, birinci sütunda yâni bakî sayının birler basamağı atılmış hâli sütununda bulunur. Buradan sağa doğru gidilir. Cetvelin birinci satırında yer alan ve bakî sayının birler basamağını gösteren rakamın altındaki sütunda rastlanan sayı, Pazardan itibaren sayılarak Muharremin birinci günü olur. Meselâ 1316 hicrî senesinin Muharrem’inin birinci gününü bulmak için:

1316 56
   ———- = 6 ———- = dur
 210 210

  Bakî (kalan) 56’nın birler basamağındaki 6 rakamı 56’dan çıkarılınca 50 kalır. Birinci sütunda 50’den sağa gidilince 6 rakamına ait sütunda 1 bulunur. Sene başının Pazar olduğu anlaşılır.

  Herhangi bir ayın birinci gününü bulmak için önce bu senenin birinci günü bulunur. İkinci cetvelde, Muharrem hizasındaki, yâni birinci satırdaki sene başı rakamının bulunduğu sütunda, aranılan ay hizasındaki rakam, bu ayın birinci gününün Pazar’dan îtibâren sayısı olur. Meselâ 1316 senesi Ramazan ayının birinci gününü bulalım: Bu senenin başı Pazar günü, yâni haftanın birinci günü olduğu için, ikinci cetvelin birinci satırında 1 rakamının bulunduğu sütunda, Ramazan hizasında 6 bulunduğundan, Ramazanın birinci günü, Pazar’dan îtibâren altıncı Cum’a günüdür.

  Uluğ Bey’in ayrıca Dört Ulus Târihi adlı başka bir eseri olduğu söylenmektedir. Bu eser Moğol İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra kurulan Çin ve Moğolistan, Altınordu, Hülâgu haleflerinin idaresinde olan İran ile Çağatay haleflerinin Orta Asya’daki devletlerinden bahseder. Farsça olan eser, zamanımıza kadar intikâl etmemiştir.

  Uluğ Bey’e, Batı dünyâsı ilim adamları, on beşinci asır astronomu ünvanını vermişlerdir. Ayrıca Milletlerarası Astronomi Derneği tarafından Ay’ın görünen yüzeyinde bir bölgeye Uluğ Bey Krateri adı verilmiştir.

Türk Sultanları - Hüseyin Baykara

 
Tîmûroğulları Devleti’nin Horasan kolunun sultânı ve şâir. ismi, Hüseyin Mirza bin Gıyâseddîn Mansûr bin Emirzâde Baykara bin Ömer Şeyh bin Emir Tîmûr Küregen olup, künyesi Ebü’l Gâzi’dir. 1438 (H. 842) senesi Haziran ayında Herat’ta doğdu. Annesi de Tîmûrlular sülâlesine mensuptu. 1445’de yedi yaşında iken babası öldü. On dört yaşına kadar Devlethane sarayında kaldı. Daha sonra buradan ayrılarak Mirza Ebü’l-Kâsım Bâbür’ün yanına gitti. Bir süre sonra Mirza Bâbür’ün yanından ayrılarak Semerkand sultânı ve akrabası olan Ebû Sa’îd Mirza’nın maiyyetine girdi. Bu sırada Mirza Veys isyan edince Ebû Saîd Mirza, Hüseyin Baykara’nın da dâhil olduğu on üç şehzadeyi hapsettirdi.

   Hüseyin Baykara, annesi Fîrûze Begüm’ün aracılığı ve ricası ile hapisten kurtuldu ve Semerkand’dan ayrılarak Merv hâkimi olan Emirzâde Sencer’in maiyyetine girdi. Bir süre sonra Sencer’in kızı Bike Sultan ile evlendi.

  1470 senesinde Şahruh’un oğlu Baysungur’un torunu Mirza Yadigâr Muhammed’in yerine Horasan tahtına oturdu. Sistan, Belh ve Harezm bölgelerine hâkim oldu. Hüseyin Baykara, saltanat dâvasında bulunanları tamamen ortadan kaldırdıktan sonra merkezi Herat olan büyük bir devlet kurdu. Otuz altı senelik saltanatı süresince hâkim olduğu bölgelerde sulh ve sükûn hüküm sürdü.

  1502 senesinde Özbek hükümdarı Şeybânî Han Bedîüzzaman Mirza’nın idaresindeki Belh şehrini kuşatarak ele geçirdi. Bu durum üzerine Hüseyin Baykara 1506 senesi Mayıs ayında rahatsızlığından dolayı bir hayli yıpranmış olduğu hâlde Herat’ı ele geçirmek için harekete geçen Şeybânî Han’a karşı sefere çıktı. Hüseyin Baykara oğullarından yardım istediyse de gereken alâkayı göstermediler. Sefer gerçekleşmeden hasta olan Hüseyin Baykara, Baba İlâhî köyünde vefât etti. Sağlığında Herat’ta hazırlattığı Kubbe-i Aliyye’ye defnedildi.

İlme ve Âlimlere Çok Değer Verdi

  Hüseyin Baykara, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında idi. Dînin emirlerine uymaya titizlikle riâyet ederdi. Şecaat sahibi ve cesur bir sultan, iyi bir asker ve kumandan idi. Latîfeden hoşlanırdı. Hüseyin Baykara, uzun süren saltanatının ilk yılları çeşitli isyan ve savaşlarla geçmesine rağmen, ilme çok önem vermiş ve kendisi de bu faaliyetlere katılmıştır. Onun zamanında Herat kültür merkezi durumuna geldi ve şöhreti dünyâya yayıldı. Hattâ Uluğ Bey’in ölümü üzerine sönmeye yüz tutan Semerkand medeniyeti, Herat’a kaydı. Zamânında Herat’ta ilim tahsil eden talebe sayısı on iki bine ulaştı.

  Şâir bir hükümdar olan Sultan Baykara’nın Türk dili ve edebiyatında büyük sîmâların yetiştirilmesinde önemli rolü ve hizmeti vardır. Âlim ve şâirleri sarayından eksik etmezdi. Târihte, Baykara Meclisleri olarak zikredilen ilmî toplantılar düzenlerdi. Onun meclislerinde Molla Câmî, Hatifi ve Ali Şîr Nevâî gibi önde gelen İslâm âlimleri ve şâirleri ile meşhur ressam Bihzâd, Tezkire sahibi Devletşah ve hat üstâdı Sultan Ali de bulunurdu.

  Osmanlı tezkirelerinde “İran pâdişâhı, cihan şahlarının şahı, fâzılların görüp gözeticisi, beliğlerin koruyucusu, Acem’in Hüsrev’i” şeklinde zikredilen Sultan Baykara’nın Osmanlı hükümdarı ve muasırı Sultan İkinci Bâyezîd tarafından hatırının sayıldığı da bir gerçektir. Hattâ şâir Behiştî’nin Hüseyin Baykara’nın ricası üzerine ikinci Bâyezîd Han tarafından af edildiğini Osmanlı şuarâ tezkireleri kaydetmektedir.

Türk Dilini ve Kültürünü Himaye Etti

  Sultan Baykara’nın en büyük hizmeti Türk dilini ve kültürünü himaye etmesidir. Zamânında Çağatay Türk Edebiyatı altın devrini yaşamış ve Türkçe’ye olan îtibâr artmıştır. Çağatay Türk Edebiyatının gelişme ve olgunlaşmasında hizmeti büyüktür. Türkçe bir dîvânın sahibi olan Şâir Sultan, şiirlerinde "Hüseynî" mahlasını kullanmış, küçüklükten beri birlikte büyüdükleri çocukluk ve mekteb arkadaşı âlim Ali Şîr Nevâî ile Türkçe’nin devlet ve edebiyat dili olması için çalışmış, Türkçe yazmayı emreden ferman çıkarmıştır. Bununla da kalmayarak, devrinin ağır ve karışık hayâtına rağmen, çeşitli Türk şîve ve ağızlarına âşinâ olarak kendi milletinin edebî zevkini de tatmıştır. Ali Şîr Nevâî onu Türk şîvelerini en iyi bilenler arasında göstermekten zevk duymuştur.

  Şiirlerinde lirizm (akıcılık ve coşturuculuk) hâkimdir. Dîvânındaki gazellerin hepsini remel vezniyle yazmış, böylece Türk edebiyatı içinde ayrı bir hususiyet kazanmıştır. Heyecanlı, çekici ifâdeler, tasvir güzelliği ve canlı bir üslûbu vardır. Türkçe’nin âşıkı olan bu Sultan şâir, yalnız fermanla kalmamış, dîvânı ile de Türkçe’ye hizmetini bilfiil ortaya koymuş, Türkçe’yi çok güzel kullanmış ve şiirlerinde yabancı kelimelere oldukça az yer vermiştir. Hüseyin Baykara saltanatının yükselişine büyük emeği geçen, ilim adamı olduğu kadar, müşavirlik yaparak devlet hizmetinde yer alan ve devrin Türkçe müdafii olan Ali Şîr Nevâî, "Mecâlis-ün-Nefâis" adlı şuarâ tezkiresinin bir bölümünü ona tahsis ederek bu hizmetini takdirle yâdetmiştir.

  Türkçe Dîvânından başka" Mecâlis-ül-Uşşâk" adlı Farsça biyografik bir eserin yazarı olduğu söyleniyorsa da, bu durum şüphelidir. Dîvân’ının, bir çok yazım nüshaları mevcuttur Ayasofya’da bulunan nüshası İsmail Hikmet Ertaylan tarafından faksimile olarak yayınlanmıştır.

Türk Sultanları - Hümâyûn Şah

 
Hindistan’daki Büyük Gürgâniyye Devleti (Babürlüler) hükümdarı. Lakabı Mîrzâ Nâsırüddîn Muhammed’dir. 6 Mart 1508 yılında Kâbil’de doğdu. Gürgâniyye Devleti (1526-1858)nin kurucusu Bâbür Şahın Mâhım Begüm’den doğan büyük oğludur. Hümâyûn Şah, âilesinden aldığı mükemmel terbiye sâyesinde iyi bir asker, âlim ve şâir olarak yetişti. Gençliğinden îtibâren, babasının bütün askerî harekâtına katıldı. Eyâlet vâliliği yaptı.
Bâbür Şah (1526-1530) ın 21 Mayıs 1526 târihinde Hindistan’ın Lûdî Sülâlesine son veren Pânipüt Savaşında Hümâyun Şah en ön safta çarpışıp büyük kahramanlıklar gösterdi. Lûdîlerin yenilip, Gürgâniyye Devletinin kurulmasını sağlayan Pânipüt Zaferi sonrasında, Agra şehrini kuşatıp aldı. Gürgâniyye veliahdı oldu. Babasının sağlığında meydana gelen iç ayaklanmaları bastırdı. 1530 yılında Bâbür Şâhın vefâtıyla Gürgâniyye sultanlığına getirildi.
Hümâyûn Şâh Kâbil, Kandehâr, Gazne, Pencâb taraflarına kardeşi Mîrzâ Kâmrân’ı gönderip, kendisi de Hindistan’ın fethine başladı. Fakat büyük güçlüklerle karşılaştı. Afganistan’da Şîr Han Sûrî’nin idâre ettiği Afgan Beyleri isyânı aleyhine genişledi. Gucerât Seferine çıkıp, Sultan Bahâdır’ı 24 Nisan 1535’te Manhasar Meydan Savaşında yenip, Gücerât’ı fethederek idâresini kardeşi Askari’ye verdi.
1535 târihinden îtibâren Hümâyûn Şahın kardeşleri arasında iç mücâdeleler başladı. Afgan Beylerinden Şîr Han, Sûrî Bihâr ve Bengâl’e saldırdıysa da alamadı. Fakat, Hümâyûn Şah 1539 ve 1540 yıllarında iki defâ ŞîrHana yenildi. 17 Mayıs 1540 Kaneviç Savaşı yenilgisinden sonra İran’a sığındı.
Gürgâniyye Devleti saltanatı, 1540-1554 yılları arasında Delhi Surî Sultanlığına geçti. Hümâyûn Şâh 1554 yılına kadar İran’da Şah Birinci Tahmasb Safevî’nin (1524-1576) yanında kaldı. Şâh Tahmasb, Hümâyûn Şahı Osmanlılara karşı kullanmak ve Şiî îtikâdını kabul ettirmek için çok iyi davrandı. Fakat düşündüklerini yapmada muvaffak olamadı.
Hümâyûn Şah İran’dan aldığı askerle 1554’te Hindistan’a dönüp, Dehli Sûrî Sultanlığının beşinci hükümdârı İskender Şâhı yenip, Dehli ve Agra’yı tekrar ele geçirerek Afgan hâkimiyetine son verdi (1555).
Hümâyûn Şahın ikinci hükümdârlığı fazla sürmedi. Sarayında geçirdiği kaza sonucu 26 Ocak 1556 yılında vefat etti. Yerine oğlu Birinci Celâleddîn Ekber Şâh Gürgâniyye sultanı oldu.
Hümâyûn Şahın Dehli’deki türbesi pek büyük ve muhteşemdir. İyi komutanlık ve hükümdarlığının yanında Türkçe ve Farsça şiirlerinin toplandığı bir Dîvân’ı vardır. İran dönüşünde “Râfizî olmuş!” dedikodusuna çok hiddetlenip verdiği; “Büyük babamın adı Ömer Şeyh idi, başka şey bilmem!” cevâbı, îtikâdının temizliğinin ve dînî bütünlüğünün ispâtıdır.

Türk Sultanları - Balaban (Giyasüddîn Uluğ Han)

Delhi Müslüman-Türk Devleti hükümdarı. İsmi Balaban olup Türk’tür. Ecdadı, Kıpçak boylarındandır. Babası, on bin çadırdan meydana gelen Alp-Eri kabîlesinin başbuğu idi. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1287 (H. 686) senesinde Delhi’de vefât etti. Sultan İltutmuş’un kabri civarındaki kabri hâlen harabe halindedir.
Balaban, Aybek’in kurduğu Delhi Memlûk Devleti’nin İltutmuş’dan sonraki en büyük hükümdarıdır. İltutmuş’un çocukları zamânında çökmeye ve dağılmaya yüz tutan Türk Devleti’ni yeniden kuvvetlendiren ve Hindistan’ı Moğol istilâsından koruyan Balaban, parlak fetihleriyle Müslümanların nüfuzunu genişletip kuvvetlendirdi.
Gençliğinde küçük kardeşi ile beraber Moğolların elinde esir olan Balaban, önce Bağdad’a, sonra Gücerat’a götürülüp esir diye satıldı. İlmi ve dürüstlüğüyle tanınan Hoca Cemâleddîn Basrî isimli bir zât tarafından satın alındı. O zâttan ilim öğrendi, iyi bir terbiye ile yetiştirildi. 1232 (H.630)’da Delhi’ye götürülerek Sultan İltutmuş’a takdim edildi. Balaban’ın zekâ ve kâbiliyetini gören Sultan, onu kendi hizmetine aldı. O günden sonra yıldızı parladı ve kırk kişiden meydana gelen devletin üst seviyedeki yöneticileri arasında yer aldı.

Moğolların İstilasını Önledi
Alâeddîn Mesûd zamânında emir-i hâcibliğe yükselen Balaban, 1245’de Sind’i istilâ eden Moğollara karşı harekete geçerek, hükümdarı ve emri altındaki beyleri harbe teşvik etti. Kazandığı zaferlerle Moğolların ellerindeki binlerce Müslüman ve Hindli esiri kurtararak Hindistan’ın Moğollarca istilâsını önledi. Kazandığı bu zafer ile şöhreti her yere yayıldı. Halk ve beyler arasında büyük îtibâr kazandı.
1246 (H.644) senesinde Sultan Nasîrüddîn Mahmûd tahta geçince devlet idâresini eline aldı. Kızını, Sultan Nasîrüddîn Mahmûd ile evlendirdi. Balaban, melik ünvanı yerine han ünvanını aldı. Az zaman sonra da idârî ve askerî bütün işlerde hükümdarın nâibliğine yâni vekilliğine tâyin edildi. İlk iş olarak devlet idaresine sızan fitnecileri azledip, topluluklarını dağıtan Balaban’ın ordu ve halk üzerindeki nüfuzu arttı.
Fakat sarayda onun başarılarını çekemeyen, mevkî ve makam sâhibi kimseler de vardı. Bunlardan Hindû dönme İmâdüddîn Reyhan, çeşitli gizli hîle ve entrikalarla, hükümdarı, Balaban aleyhindeki iftiralara inandırdı. Bunun sonunda 1253 (H.651) senesinde Balaban iş başından uzaklaştırıldı ve taraftarları azledildi. Vilâyetlerde hoşnutsuzluk ve anarşi çıkması üzerine 1254 (H.652) senesinde tekrar işbaşına getirildi. Devlet, böylece ehil ellerde emniyet altına alındı. Balaban hizmet aşkı ile işe başlayıp kısa zamanda eski nizam ve intizâmı sağlayıp memleketin huzurunu temin etti.

Delhi Sultanı Oldu
Müslüman köyleri yakıp yıkan Hindli isyancıları bastırtıp, ocaklarını kuruttu. İltutmuş soyundan gelen Sultan Nasîruddîn Mahmûd’un vefâtı üzerine Balaban, “Es-Sültân-ül muazzam, Gıyâsüddünyâ ved-dîn” ünvanı ile 1266 yılında Delhi Türk Sultanlığı tahtına geçti. Sarayda ve devlet nizâmında düzenlemeler yaptı. Yirmi iki yıllık saltanatı boyunca, adaletten ayrılmadı. Affetmeyi severdi. Kurduğu düzenli ordu ile Moğollarla mücâdele etti.

Bengal vâliliğine tâyin ettiği kölelerinden Tuğrul Han, memleketinin uzaklığını ve Sultan’ın Moğollarla uğraşmasını fırsat bilerek isyan bayrağını açtı ve sultanlığını îlân etti. İsyanı bastırmak için önce bir ordu gönderen Balaban, sonra ordusunun başında, isyan merkezine hareket etti. Tuğrul Han, hazîne ve fillerini alarak uzaklara çekildi.
Onu yakalamadan Delhi’ye dönmeyeceğini bildiren Balaban, Tuğrul’u yakalayıp cezalandırdı ve Bengal’e ikinci oğlu Mahmûd Buğra Han’ı vâli tâyin etti. Sonra âsîlerin hâlini gösterip; “Olur ki bir gün müfsit bir nankör sana, Delhi’yi dinleme, sultanın buyruklarına uyma der. O vakit sen, cezalarını gören şu kimseleri hatırla. Benim sözümü unutma ve bil ki, Hint, Sint, Mevla, Gücerât, Laknarti (Bengal), Senargaon’da bulunan, haraç ve cizye veren hükümdar ve valiler, Delhi sultânına karşı ayaklanıp kılıca sarılsalar; kendilerinin, çoluk-çocuklarının, adam ve oymaklarının sonu, Tuğrul ve Tuğrullarınkiler gibi olacaktır” dedi. Sonra da Delhi’ye döndü.
Bu büyük gaileden kurtulmuş olan Sultan, çok geçmeden büyük oğlu Muhammed’in 1285 (H.684) de Pencab’a giren Moğol orduları ile yaptığı harpte şehit olduğu haberini aldı. Âlimleri, sâlih ve velîleri himaye eden fazîlet sahibi veliahdının şehâdeti, Balaban’ı ziyadesiyle sarstı. O zaman seksen yaşında olan Balaban, öteki oğlu Buğra Han’ı Bengal’den getirip veliaht yaptı. Buğra Han, Bengal’i daha iyi bulup oraya gidince, Balaban, Muhammed’in oğlu Keyhüsrev’i veliahtlığa getirdi ve 1287 (H.686) târihinde vefât etti.

Dinine Çok Bağlıydı
Her işini âlimlere danışan, kadılara ve müftîlere hürmet eden bir sultan olan Balaban, hazarda ve seferde gece de dâhil ibâdetini terketmezdi. Mübarek yerlerde uyumadan sabahlar, cemâate iştirak eder, abdestsiz dolaşmazdı. Cumâ namazını eda ettikten sonra bulunduğu yerdeki âlimlerin, sâlihlerin, velîlerin kabirlerini ziyaret ederdi. Sonra Şeyh Burhâneddîn Balkî, Mevlânâ Sirâceddîn Sencerî, Kadı Şerefüddîn Velvacî ve Mevlânâ Necmeddîn Dımeşkî gibi zatları ziyaret eder, duâlarını alırdı.
Din adamlarının ve ileri gelenlerin cenâzelerine katılır, vefât eden zâtın yakınlarına geçimleri için maaş bağlardı. Atı üzerinde giderken Kur’ân-ı kerîm okunduğunu işitse, hemen iner, halkın arasına oturur, sonuna kadar dinlerdi. Hâlis bir Müslümandı. Moğol istilâsından Hindistan’a İlticâ eden garip Müslümanlara kucak açıp, büyük yardımlarda bulundu. İnsanlar bu âdil sultan zamanında rahat ve huzûr içinde yaşadılar.

Balaban'a Göre Hükümdarın Vazifeleri
Balaban’ın saltanatı, ilmin ve sanatın gelişmesi bakımından da dikkate şâyândır. Devrinde büyük şâirler yetişti. Âlimler ve sanatkârlar himaye gördü. Ferîdüddîn Mesûd Gencişeker, Sadrüddîn bin Bahâüddîn Zekeriyyâ, Bedrüddîn Gaznevî gibi sâliher; Hamîdüddîn, Bedrüddîn Dımeşkî, Hüsâmeddîn gibi tıb âlimleri; emir Hüsrev Dehlevî ve Hasan Dehlevî gibi büyük şâirler, Balaban’ın devrinde yetişip himâye görenlerdendir.
Âlimlere hürmette kusur etmeyen Balaban’ın kendisi de ilim sahibi idi. Ona göre; bir hükümdar şu dört işi yapmakla kurtulur. Birincisi; dîni koruyup, onun emir ve yasaklarını tatbik etmek, ikincisi; ahlâksızlığı, suçları, günah, israf ve sefâleti yok etmek. Üçüncüsü; dindar, Allah korkusu olan ve asîl görevliler tâyin etmek. Dördüncüsü; adaletin tatbik edilmesine dikkat etmek. Bu sebeble şöyle demiştir; “Benim bütün yapabileceğim, zâlimlerin zulmünü kaldırmak ve kânun karşısında herkesin eşit olmasını temindir. Devletin ihtişamı, tebeayı (halkı) sâdık ve disiplinli kılabilmesine bağlıdır. Zâlim hükümdar, rüzgâr altında mum gibidir.”
İbn-i Battûta’nın da bildirdiğine göre, Delhi Müslüman-Türk Devleti’nin büyük hükümdarı Balaban; adaletli, fazîletli ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. İnsanlara hizmeti sever, onların duâlarını almaktan zevk duyardı. Fakir, fukara, yetim, borçlu ve mazlum kimselerin himaye gördüğü Dâr-ül-emîn isminde hayırlı iş ve hizmetler gören bir merkez yaptırdı.

Teşrifat usûllerine yerli yerince riâyet etmesine rağmen, husûsi hayâtı çok sâde idi. Nizam ve intizâmı sever, en mahremlerinin yanına bile düzgün bir kıyafetle çıkardı. Ciddiyeti sever, şakadan, eğlenceden, maskaralardan, dalkavuklardan, soytarılardan hoşlanmazdı. Kahkaha ile güldüğü görülmedi. Bundan dolayı en yakınları dahî, ona karşı sevgi ve korku ile karışık bir hürmet duyarlardı.
Balaban, devlet menfaatini ve devleti temsil eden sultânın nüfuzunu her şeyin üstünde tutardı. Zamanında posta ve istihbarat işleri için Berid teşkilatı kurdu. Lüzum gördüğünde gerekli cezayı vermekten çekinmezdi. Nefsine hâkim olup, hiç kimseye ve hiç bir şeye karşı zaaf (meyil) göstermezdi. Uzun ömrü boyunca îmân, irâde ve çalışma azminden hiç bir şey kaybetmedi. İcraatları, güzel ahlâk ve siyâsetiyle, orta çağ Türk târihinin en büyük hükümdarları arasında yer aldı.