11 Şubat 2011 Cuma

Türk Sultanları - Tuğrul Bey

Selçuklu Devletinin kurucusu. Oğuzların Kınık boyundan Selçuk Beyin torunudur. Babasının adı Mikail’dir. Muhtemelen 993 yılında doğdu. Babası Mikail, gazâ akınında şehit düşünce, dedesi Selçuk’un yanında büyüdü. Çocukluğu Cend’de geçti. Büyük bir îtinâ ile yetiştirildi. Âilesinden dînî ve millî terbiye alıp, mükemmel silâh kullanmasını öğrendi.
  Selçuk Beyin vefâtıyla amcası Arslan Yabgu’nun Selçuklu âilesinin reisliğini almasına, kardeşi Çağrı Bey ile itiraz etmedi. Ancak dedelerinin vefâtından sonra iki kardeş Cend şehrini terk ederek batıya göç ettiler. Burada Mâverâünnehr hükümdarı İlek Nasr’ın kendilerine karşı düşmanca siyâseti üzerine Çağrı Bey ile Karahanlı hükümdarı Buğra Hanın ülkesine gittiler.
  Tuğrul Bey, Karahanlılar ülkesinde haps edildiyse de, Çağrı Bey, Buğra Han ordusunu yenip pekçok esir aldı. Alınan esirler karşılığı Tuğrul Bey serbest bırakıldı. Tekrar Mâverâünnehr’e döndüler. Buhara hâkimi Karahanlı Ali Tegin’in aleyhlerine faaliyeti ve yeni durum üzerine Tuğrul Bey çöle çekildi. Çağrı Bey de yeni vatan keşfi için Rum Gazâsına çıktı. İki kardeş, Rum Gazâsından alınan ganîmetlerle çok zenginleştiler.
  Arslan Yabgu, 1205’te Gaznelilerce esir alınıp, Hindistan’da haps edilince, iki kardeş ortak iktidar sistemiyle Selçuklu âilesinin lideri oldu. Liderliği Karahanlı Ali Tegin tarafından şüpheyle karşılanınca, ikili liderlik sistemi yerine amcaları Musa’yı Yabgu yapıp, üçlü iktidar sistemine geçtiler.
  1034 sonbaharında, Gaznelilerin müttefiki Oğuzlardan Şah Melik, Selçuklulara âni bir baskın yapınca, zayıfladılarsa da, tekrar toplandılar. On bin kişilik kuvvet toplayarak Gaznelilere âit Horasan’a girdiler. Gazneli Mes’ûd’un ordusunu 20 Haziran 1035’te Mesâ’da yendiler. Gaznelilerle antlaşma yapıp; Nesâ, Ferâve ve Dihistan’ı aldılar. Ayrıca Tuğrul Beye Gazneli Mes’ûd tarafından hâkimiyet alâmetlerinden olan hil’at, at, menşur ve sancak gönderildi. Tuğrul Bey antlaşmayla Nesâ’da Gaznelilere tâbi federal bir devlet kurmuş olmasına rağmen, resmî îlânı yoktur.
İlk Selçuklu Hükümdarı Oldu
  Tuğrul Bey ve diğer Selçuklu hânedan mensupları toprak sâhibi olunca, Oğuz boyları ve kabile reisleri yanlarına akın edip, toplandılar. Tuğrul Bey, çok güçlenip, bölgenin nüfûsu artınca; Gazneli Mes’ûd’a önceki üç şehrin dar geldiğini bildirip, 1037’de Merv, Serahs ve Bâverd’iyi de istedi.
  Bu şehirlere karşılık da Gaznelilerin maaşlı askeri olma ve Horasan’daki asâyişi temin etme taahhütünde bulundular. Teklifleri oyalamaya alınınca, Tuğrul Bey küçük gruplar hâlinde akın harekâtı yaptırdı. Çağrı Beyin idâre ettiği akınlarda Selçuklular Cüzcan, Tâlekan ve Faryâb’dan Rey’e kadar harekâtta bulundular. Selçuklu akınlarını durdurmak için Gazneli Mes’ûd’un gönderdiği ordu Serahs yakınında 1038 Haziranında yenildi. Zafer sonrasında toplanan kurultayda Tuğrul Bey, hükümdar îlân edildi. Bu kurultay kararı ve 1038 târihi Selçuklu Devletinin kuruluşu olarak kabul edilir.
  Tuğrul Bey Nişapur’da kalıp, Çağrı Bey Merv’de melikler meliki olarak, askerî harekâtları idâre ederek ordu kumandanlığı yaptı. Tuğrul Beyin Nişapur’da istiklâlini îlân etmesi, Gazne’de hoş karşılanmadı. Çağrı Bey, 1039 yılında Gaznelilerle iki kere muhârebe yapıp, yenildi. Tuğrul Bey ve diğer Selçuklu hânedanları, Gazneli Mes’ûd’un düzenli ordusuna karşı gerilla harpleri yapıp, onları yıprattılar.

  Gazneli Mes’ûd, antlaşma istedi. Tuğrul Bey, Gaznelilerin türlü metodlarla Selçukluları Horasan’dan çıkarabileceklerini tahmin ederek, zaman kazanmak ve hazırlıkları tamamlamak için çöle çekildi. Sultan Gazneli Mes’ûd’un 1040 Baharındaki Tûs ve Serahs istikâmetindeki harekâtı üzerine Selçuklular, Tuğrul Beye başvurup, harekete geçmesini istediler.
  Tuğrul Bey, 1040 Mayısında çölden çıkıp, Serhas’ta Gazneli ordusuyla karşılaştı. Gazneliler ot ve yiyecek sıkıntısı çektiğinden Merv’e hareket edince, Tuğrul Beyin kumandasındaki Selçuklular, sağdan ve soldan taarruzla Gaznelileri tâciz ettiler. Dandanakan Kalesi önünde yapılan asıl muhârebede Gazneliler bozuldular. 23 Mayıs 1040 târihinde kazanılan Dandanakan Zaferiyle, Tuğrul Bey tekrar tahta oturdu.
  Tuğrul Bey zafer sonrasında ele geçen ganimetle zenginleşip, kumandanlara pekçok ihsanlarda bulundu. Kurultay toplandı. Kurultayda devletin temel stratejisi tespit edilip, plânlar yapıldı. Bağdat’taki Abbasî Halifeliğine bağlılık ve hürmet ifâde eden mektup gönderildi.
Abbasi Halifesine Bağlılığını Arz Etti
  Çağrı Beyin 1060’ta vefâtına kadar ortak iktidar sistemine göre hareket edilmesine rağmen, devleti temsil yetkisi Tuğrul Beye âitti. Tuğrul Bey hükümdarlığını ve Selçukluları maddî güçlerle kuvvetlendirdiği gibi mânevî olarak da Halîfe, âlim ve tasavvuf ehlinden destek alıyordu. Tebaasının refah seviyesini yükseltip, orduyu askerî sisteme göre teşkilâtlandırıyordu.
  1040 Dandanakan Zaferi ve 1043’te devlet merkezini Rey’e taşıması sebebiyle Bağdat’taki Abbâsi Halîfesi El-Kaim’e tekrar bağlılığını arz etti. Tuğrul Beyin Abbasî Halîfesiyle münâsebeti Sünnî İslâm dünyasında büyük îtibâr kazanmasına sebep oldu. Halîfe El-Kaim, Tuğrul Beyin yanına; büyük İslâm âlimlerinden olup, sosyal ve devlet idâresi hakkında Ahkâm-üs-Sultâniye isimli eserin sâhibi olan Maverdî’yi gönderdi.
 Tuğrul Bey, ülkesinde hutbeyi Abbasî Halîfesi adına okuttu; halîfenin zâlim Büveyhîler ve âsîlere karşı yardım talebini kabul etti. Halîfeye bildirdiği arz; samimiyetinin ve temiz itikadının ifâdesi olup, şunları ihtivâ ediyordu: Halîfeye hizmet etmek şerefine kavuşmak, Mekke’de Hac yapmak ve Hac yollarını Bedevîlerin taarruzundan korumak, Suriye ve Mısır’da Fâtimîlerle harp etmektir.
  1055’te Bağdat’a gelip, hutbede adı okundu. Selçuklu Hânedanı ile Abbasîler arasında evlenmeler münâsebetiyle akrabalık kuruldu. Halîfe, Çağrı Beyin kızı Hatice Arslan Hatun ile 1056’da evlendi. Tuğrul Bey de Halîfe’nin kızı ile 1062’de muhteşem bir düğün merâsimiyle evlendi. Bağdat’tayken zâlim Büveyhîler ve sapık Fâtimîlere karşı mücâdele edip, Musul ve bölgede Selçuklu hâkimiyetini tesis etti. Büveyhli hükümdarını öldürerek, Bağdat ve sünnî âlemini katliam ve tahripten korudu.
  Selçukluların batısındaki Bizans ülkelerine fetih harekâtı ve akınlarında bulundu. Erzurum Hasankale’ye gelip, Malazgirt’i fethetmek istediyse de kışın yaklaşması üzerine, baharda gelmek üzere kuşatmayı kaldırdı. Tuğrul Bey, hâkimiyet ve tahrik sebebiyle kendine âsî olan üvey kardeşi İbrâhim Yınal’ın isyânını 1058’de bastırıp, onu cezâlandırdı.

Dünyanın En Büyük Devletlerinden Birisini Kurdu
  Tuğrul Bey, devâmlı mücâdeleyle geçen uzun yıllar sonunda çok büyük işler başardı. Dünyânın en büyük devletlerinden birini kurup, Türk İslâm âlemine çok hizmeti geçti. Mâverâünnehr’den Anadolu’ya, Irak’tan Âzerbaycan ve Kafkasya’ya kadar olan ülkede huzur ve emniyet tesis etti. Yirmi sekiz ülkeye kendi hâkimiyetini kabul ettirdi. Zirâî, ticârî faaliyet neticesinde iktisâdî hayat gelişip, refah seviyesi yükseltildi. Bizans akınlarında çok ganimet alınıp, büyük gelir elde edildi. Devlet teşkilâtı muazzam şekilde tesis edilip, kuvvetli temeller üzerine oturtuldu. Selçuklu Devlet Teşkilâtı, devrinde ve sonra kurulan Türk ve İslâm devletlerine nümûne oldu.
  Tuğrul Bey, yirmi beş yıl adâlet, ihsan ve gazâlarla geçen hükümdârlıktan sonra, hastalandı. Yetmiş yaşlarında Rey yakınlarındaki yazlığında 5 Eylül 1063 târihinde vefât etti. Tuğrul Beyden sonra Selçuklu tahtına yeğeni Alparslan geçti. Tuğrul Bey âdil, vakur, cömert, samimi, iyi ve yumuşak huylu bir şahsiyetti. Halkı tarafından sevilen bir hükümdar ve ordusunca tam bağlanılan kuvvetli bir kumandandı. “Kendime bir saray yapıp da yanında bir câmi inşâ etmezsem, Allahü teâlâdan utanırım.” sözü Tuğrul Beyin dînî duygularını çok güzel ifâde etmektedir.

Türk Sultanları - Kutbüddîn Aybek

Hindistan’da Delhi Türk Sultanlığı’nın kurucusu. Türkistanlı olup, ailesi, doğum târihi ve yeri kesin bilinmemektedir. Küçük yaşta köle olarak Türkistan’dan Nişâbûr’a getirildi. Nişâbûr’da bölge vâlisi Kadı Fahrüddîn Abdülazîz Kûfî tarafından terbiye edilip, ilim öğretilmek ve her hususta yetiştirilmek üzere satın alındı.
 Kadı Fahrüddîn, köle olmasına rağmen asaleti, üstün kabiliyeti, keskin zekâsı ve asîl hareketlerini beğendiği,  Kutbüddîn Aybek’in çocuklarıyla beraber tahsil ve terbiye almasını sağladı. Kur’ân-ı kerîm okumayı, fıkıh ve lüzumlu ilmihâl bilgilerini, yazı yazmayı, ata binip ok atmayı, kılıç ve her türlü silâh kullanmayı ve harb oyunlarını çok mükemmel bir şekilde öğretti.
 Kutbüddîn; örnek ahlâkı, müstesna terbiyesi, üstün kabiliyeti, akıllı ve asîl hareketleriyle dikkati çekip, takdir edildi. Tahsil ve terbiyesini tamamlayıp, muharip Memlûk askeri olarak yetiştirildikten sonra, cihâdlara katılması için Gazne’de Sultan Muizzüddîn Muhammed Gûrî’ye verildi.
 Sultan Muhammed Gûrî, Kutbüddîn Aybek’in hareketlerini, ahlâkını çok beğendiği için kendisine yakın memûriyetlerde vazifelendirdi. Devlet hizmetlerinde kendisini kabul ettiren Kutbüddîn, kısa zamanda yükselerek, Emir-i Âhurluğa yükseldi. Bu görevde iken, komşu beylere karşı muvaffakiyetler ve Hindistan’da kazandığı zaferler ile takdir edildi.

 Sultan Muhammed, Delhi seferinden dönüşünde Kutbüddîn Aybek’i, Kuhrâm ve Samanah vâliliğine tâyin etti. Kutbüddîn, otoritesini kurar kurmaz Kuhrâm şehrini îmâr etti. Bölgedeki adaleti tesis edip, etnik durumlarına bakmaksızın ahâliye hizmet götürdü. Bölgesindeki hizmetleri yanında, komşu meliklere de yardım edip, Hindistan’da Müslüman hâkimiyetini kuvvetlendirmeye çalıştı.

Puthanâleri Yıktılararak Yerine Camiler İnşâ Ettirdi
 1192 senesinde Mirat kalesini ve Delhi’yi zaptetti. Buralardaki puthâneleri yıktırarak yerine câmiler inşâ ettirdi. Kazandığı zaferler sayesinde sultânın iltifatına mazhar oldu. Sultânı ziyaretten dönerken, Kîrma’da Melik Tâcüddîn Yıldız ile görüştü. Melik Tâcüddîn, kızını onunla evlendirdi. Kutbüddîn Aybek, Hindistan’a dönüşünden sonra 1194 senesinde tekrar fütuhata başladı. 1197 senesinde Bedâun, 1198’de Siruhi bölgesini zapt edip, Kannauj bölgesini itâate aldı. 1199 senesinde de Malvah ve çevresindeki beldeler feth edilerek bölgede Hindû hâkimiyeti yıkılıp İslâm idaresi kuruldu.
 Sultan Muizzüddîn, 1206 senesinde vefât edince, Lahor’a giden Kutbüddîn Aybek, sultanlık teklifini kabul etti. Kuzey Hindistan’a hâkim olup, Delhi Türk Devleti’nin temelini attı. Ölen sultanın kardeşi ve batı Gurluları sultânı Gıyâseddîn Mahmûd, bu duruma rızâ gösterip, Kutbüddîn’e Melik ünvanını verdi. Kutbüddîn Aybek, 1210 senesinde harb tâlimi için, çevgan oynarken, geçirdiği bir kaza sonunda vefât etti. Lahor’da defn olundu.
 Sultan Kutbüddîn, hayâtı, şahsiyet ve icraatları bakımından müstesna bir kimseydi. Cihâd niyetiyle geldiği Hindistan’da İslâmiyet’i hâkim kılarak, devlet kurdu ve Delhi’yi başşehir yaptı. Fethedip, hâkimiyet kurduğu beldelerde, kalıcı ve köklü tedbirler aldı. Zaferlerden sonra topladığı ganîmet ve senelik vergi ile hediyeleri halkın lüzumlu ihtiyaçlarına harcadı.

Öyle Bir Adalet Kurdu ki...

  Sosyal müesseseler kurup eserler yaptırdı, İslâm dînine uymayan vergileri ve zulmü kaldırarak halka adaletle muamele etti. Târih-u Fahrüddîn Şah’da onun hakkında şöyle yazmaktadır: “O öyle bir adalet kurmuştu ki, etrafına toplanmış çeşitli ülkelerden ve kabîlelerden insanların çokluğuna rağmen, kimse kimseden zorla ne bir tutam ot, ne de bir lokma ekmek alabildi.”
 Tâc-ül-meâsir’de de onun adaleti hakkında şöyle yazmaktadır: “Aybek’in sulh ve sükûn içinde geçen idaresinde, hazînelere muhafız koymaya, sürülere çoban tutmaya gerek yoktu. Kurtla, kuzu aynı kaynaktan su içiyordu. Hırsız ve hırsızlığın adı bile duyulmazdı.” Kutbüddîn Aybek’in âdil bir idare kurması kendisini halka sevdirmesi, Müslümanları koruyup, âlimlerin ihtiyaçlarını karşılaması, kuvvetli bir hâkimiyet kurması ve bunun devamını sağlayacak tedbirler alması; Hindistan’da İslâmiyet’i yayma çalışmalarını muvaffakiyetle neticelendirdi.

Çok Güzel Eserler İnşâ Ettirdi, Büyük Evliyalar Yetişti

 Kutbüddîn Aybek, Müslümanların ilim, irfan sahibi olup, ibâdetlerini rahatça yapabilmeleri için çok güzel eserler inşâ ettirdi. Fethettiği beldelerde ibadethaneler yaptırdı. 1193 senesinde vâli iken fethettiği Delhi’de, Edine Câmii ve Cumâ mescidi de denilen Kutb Câmii’nin inşaasını başlattı. Kutb Câmii ve çevresinde diğer Müslüman sultanlar ilâve ve tâmiratlarda bulundular. Câminin minaresi beş katlıdır. İlk üç bölümü kırmızı ve sarı kumtaşından, dördüncü ve beşinci katları ise mermerden yapılmıştır. Bu câminin sâdece minaresi günümüze ulaşmıştır.
 Ecmir’in fethinden sonra bu şehirde 1200 senesinde başlanıp Şemseddîn İltutmuş tarafından bitirilen câmii de eşsiz bir şaheserdir.Kutbüddîn Aybek ayrıca; âlim, sanatkâr ve okuyucuların faydalanabileceği zengin bir kütüphane yaptırdı ve ilme büyük hizmette bulundu. Devrinde Hindistan’ın en büyük evliyası Muînüddîn Çeştî, Ecmir’e gelip yerleşti. Hindistan’ın manevî fâtihi olan bu büyük zâtın talebeleri Hindistan’ın yeni fethedilen beldelerine dağılarak feyz ve bereket saçtılar.

Türk Sultanları - Sultan Sencer

Büyük  Selçuklu Sultânı. Melikşah’ın oğludur. Babasının bir seferi sırasında, 1086 yılında Sincar’da doğdu. Küçük yaşından îtibâren ilim öğrenmiş, devlet idâresinde tecrübe kazanmış ve ağabeyi Sultan Berkyaruk’a devlet işlerinde yardımcı olmuştur.
  Sencer, gerek ağabeyi Berkyaruk’un, gerekse diğer ağabeyi Muhammed Tapar’ın saltanatları zamânında devlet hizmetinde bulunarak millî birliğin teminine elinden gelen yardımı yaptı. Doğuda ortaya çıkan isyânları bastırdı. Bu esnâda gösterdiği başarılar sebebiyle Horasan melikliğine tâyin edilen Sencer, taht mücâdeleleri dolayısıyla Selçuklu Devletinin içinde bulunduğu durumdan istifâde ederek, Selçuklu topraklarına saldıran Şarkî Karahanlı Hükümdârı Kadir Hanın saldırılarını bertaraf etti (Haziran 1102). Gazneliler Devletini tâbi duruma soktu. Gazne’de hutbe, sıra ile; halîfe, sultan, sonra Melik Sencer ve nihâyet Gazne sultânı Behramşah adına okundu (1118).
 Sencer, ağabeyi Berkyaruk’un vefâtından sonra sultan olan diğer ağabeyi Muhammed Tapar ile de samîmî ve gösterişsiz münâsebetlerini devam ettirdi. O, doğu bölgelerinde siyâsetini icrâ ederken, Sultan Muhammed batı ile ilgileniyordu. Yâni Sultanla müstakbel sultan birbirini tamamlıyorlardı.
  Babası Melikşâh’ın siyâsetini tâkip eden Sencer, Horasan’dan îtibâren, devletin doğusunda Selçuklu düzenini yeniden kurdu. Böylece Selçuklu Devleti, doğudan emin olarak batıda mücâdelelerine devâm etti.

Horasanda Kendisini Sultan İlan Etti
  Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine (18 Nisan 1118), henüz küçük yaşta bulunan oğlu Mahmûd, devlet erkânı tarafından, Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkarıldı. Diğer taraftan Sencer de Horasan’da kendisini sultan îlân etti (14 Haziran 1118) ve sultanlığını halîfeye tasdik ettirdi. Sencer’in tek başına Büyük Selçuklu Sultânı olabilmesi için, tahta çıkarılan Mahmûd’un bertaraf edilmesi lâzımdı. 14 Ağustos 1119’da Save’de amca-yeğen arasında yapılan savaş, Sencer’in gâlibiyetiyle netîcelenince Sencer, Büyük Selçuklu sultânı oldu. Devletin merkezi, Irak-ı Acem’den Horasan’a nakledildi.
  Mahmûd’la yapılan anlaşmaya göre, Rey, Sencer’de kalmak üzere, imparatorluğun batı tarafları Mahmûd’a verilecekti. Ancak Mahmûd hem sultan ünvânını koruyacak, hem de Sencer’e tâbi olacaktı. Böylece Irak Selçukluları Devleti kurulmuş oldu.
  Sencer, 1113’te Semerkant’a, 1114’te Gazne ve Gurlular üzerine sefer yaparak bölgede hâkimiyetini tesis etti. Ayrıca Irak, Âzerbaycan, Taberistan, İran, Sistan, Kirman, Harezm, Afganistan, Kaşgar ve Mâverâünnehr’de hakimiyet kurdu. Uzun zaman saltanat mücâdeleleri geçiren devleti yeniden tanzim etti. Âdeta devleti yeniden kuran Sencer, idâreci kadroyu da yeniden tâyin etti. Irak-ı Acem’in yarısı ile Gilân bölgesini Şehzâde Tuğrul’a; Fars eyâletiyle, İsfehan ve Huzistan’ın yarısını ise Selçuk Şâha verdi. Kendisi de Sultan-ül-a’zam ünvânını aldı. Diğerleri ona tâbi oldular.
  Bu birlik bir müddet böyle devâm etti. Fakat Halife Müsterşît ile bir ittifak kuran Mahmûd, amcasına isyân hazırlıklarına başladı. Bunu haber alan Sencer, Mahmûd’un üzerine yürüdü. 26 Mayıs 1132’de yapılan Dînever Savaşı Sencer’in gâlibiyetiyle netîcelendi. Sencer, yanında getirdiği diğer yeğeni (Mahmûd’un küçük kardeşi) Tuğrul’u, Irak Selçukluları tahtına çıkardı ve ona bâzı tenbihlerde bulunarak geri döndü.
  Daha sonra Karahanlıların isyânını bastıran Sencer, 1136’da Gazneliler ve 1141’de Harezm’in isyânını bastırdı. 1141’de gayri müslim Karahitayların, Karahanlılara hücûmuna mâni olmak isterken Semerkant yakınlarındaki Katavan sahrasında Karahitaylara mağlup olması, uzun süren saltanatının dönüm noktası oldu ve onu son derece telâşa düşürdü. Belh’i kaybetti.
  Sencer’in bu mağlûbiyeti, gerek Müslüman gerekse Hıristiyan dünyâsında büyük akisler yaptı. Mağlûbiyeti fırsat bilen Harezmşâh Atsız, Horasan ve Sencer’in pâyitahtı Merv’i istilâ etti ve hazîneleri alıp götürdü. Sencer’in Harezm’e sefer yapacağını öğrenen Atsız, ona karşı meydan muhârebesi vermeyi göze alamadı, tekrar itâatini arz edince affedilerek hazîneleri iâde etti. Bu uzlaşma hiçbir şeyi halletmedi ve Sencer, Atsız’ı iknâ etmek üzere meşhûr şâir Edib Sâbir’i elçi gönderdi. Atsız, tertip ettiği bir sûikastle Edib Sâbir’i öldürtünce, Sencer üçüncü defâ Harezm’e sefer yapmaya mecbur oldu (1147). Sencer, pâyitaht kapılarına dayanınca, Atsız af dilemek üzere elçi gönderdi. Sultan yine affetti.
  Bu esnâda Sencer’in kumandanlarından Kumac, bağımsızlık îlân eden Gur Sultânı Alâeddîn Hüseyin Cihansuz’a yenilmişti. Sultan Sencer, Gurlulara karşı sefer hazırlıkları yaparken, Gurlular Gaznelilerle savaşa tutuştu. Netîcede Gazneliler kat’î mağlûbiyete uğradı ve Behramşâh Hindistan’a kaçtı. Gaznelilerin pâyitahtı, Gur hükümdârı Alâeddîn Hüseyin Cihansuz tarafından yerle bir edildiği sırada, Sultan Sencer de, Gurlulara haddini bildirmek için yola çıkmıştı. Haziran 1152’de yapılan savaşta Gurlular mağlup ve hükümdârları da esir edildi. Gur idâresi tekrar Alâeddîn Cihansuz’a verildi. Sencer, Katavan sahrasındaki yenilgiden beri, ilk defâ büyük bir zafer kazanmış ve tekrar îtibârını yükseltmişti.
  Fakat bu defâ Oğuzlarla Selçuklu emirleri arasındaki ayrılık büyüdü ve bir kısım emîrlerin ısrârı üzerine, Oğuzlarla Belh vilâyeti içinde savaşa mecbur oldu (Mart ve Nisan 1153). Savaş, Selçuklu ordusunun mağlup olmasıyla sonuçlandı. Sultan esir düştü. Tâbi bulundukları Selçuklu Devletinin büyük sultânını esir alan Oğuzlar, beklemedikleri bu netîceden sonra birden bire kendilerini devletin başında buldular.

   Esir Sultan’ı Tahta oturtuyor, gereken saygıyı gösteriyor; Fakat gece de demir bir kafese koyuyorlardı. Her ne kadar Sencer aralarında esir sıfatıyla bulunmuşsa da, kendilerinden birini sultan yapmayarak, esir hükümdârı tahta oturtup saygı göstermeleri; Oğuzların Büyük Selçuklu Devletini devam ettirmek istediklerini gösteriyordu. Fakat Büyük Sultan, Oğuzların elinde esâret altında hükümdâr olmaktansa tahtı terk etmeyi tercih etti. Merv hânkâhına kapandı. Yine esâret devâm ediyordu. Üç yıl süren esirlik hayâtında çok sıkıntılar çekti. Kumandanlarından Kumac’ın torunu Mu’eyyed Ayaba tarafından, Oğuz muhâfızları kandırılarak Nisan 1156’da kurtarıldı.
  Ancak kurtuluşundan bir yıl sonra 29 Nisan 1157 senesinde vefât ederek Merv’de kendi yaptırdığı türbesine defnedildi. Vefâtında 91 yaşındaydı.
  Kırk yıl süren saltanatı boyunca Sencer, doğu ve batı olmak üzere iki cepheli bir siyâset tâkip etmiştir. Fakat siyâsetinin ağırlık noktasını hep doğu teşkil etmiştir. Önce batıyı tanzime uğraşan Sencer, burada bir türlü istediğini yapamamıştır. Çünkü hâdiseler onu doğuya çekerken, batı tamâmen ihmâl edilmiştir. En ufak bir bahâneyle hep doğuya hareket eden Sultan’ın bunda ne kadar haklı olduğunu, Katavan Savaşı ve Oğuz isyânının doğuda patlak vermesi göstermiştir.
  Sencer zamânında halk refah içindeydi. Mevcut nizamı bozmak ve Ehl-i sünneti zayıflatmak için ortaya çıkan Bâtınîlik ve İsmâilîlik cereyânı, devlet tarafından alınan bütün tedbirlere rağmen, câhiller arasında yayılmaya devâm etmiş, kaleden kaleye sıçrayarak, bir taraftan Sûriye’ye, diğer taraftan devletin belkemiği olan Horasan’a doğru yayılmıştı. Her tarafta bir tedhiş hareketi almış başını gidiyordu. Fakat Sultan, saltanat mücâdeleleri, iç karışıklıklar ve doğudan gelen saldırılar sebebiyle onlarla yeteri kadar ilgilenemedi.
Sencer Devrinin En Büyük Âlimi İmâm-ı Gazâlî Hazretleri
  Babası Melikşâh devrinde de bulunmuş olan İmam-ı Gazâlî hazretleriyle Sencer’in münâsebetleri meşhurdur. Ahmed Nâmık-i Câmî rahmetullahi aleyhle de münâsebeti olan Sencer, âlim ve şâirleri sarayından eksik etmezdi. Bunun netîcesi olarak, uzun süren saltanatı zamânında Sultanın teveccühüne mazhar olan pekçok âlim, sanatkâr, tabip yetişmiştir. Allah adamlarının yanında bulunmaktan hoşlanan Sultan Sencer, onların nasîhatlerini can kulağıyla dinler, hatâ yaptığında îkâz etmelerini ricâ ederdi. Kim olursa olsun kendisine yapılan şikâyeti sabırla dinler adâleti yerine getirirdi.
  Sultan Sencer’in teşvikleriyle Horasan, bütün İslâm dünyâsına ve bu arada Anadolu’ya devamlı şekilde din ve ilim adamı sevk eden bir merkez olmuştu. Sencer zamânında Selçuklu devlet teşkilâtı da en sağlam hâlini almıştı.
Sencer, daha sağlığında, babası Melikşâh kadar büyük bir hükümdâr sayılmıştır. Ölümünden sonra da kaynaklarda yine Melikşâh ile birlikte örnek hükümdâr olarak gösterilmiştir.
  Hadîs-i şerîf rivâyet edebilecek kadar ileri derecede ilim sâhibi olup, hadis âlimleri arasında sayılmıştır. Farsça şiirler yazdığı da bilinmektedir.
  Daha hayattayken Merv’de yaptırdığı türbesi büyük bir sanat eseri olup, devrinin medeniyeti hakkında fikir vermeye yeter.

Türk Sultanları - Çağrı Bey

Anadolu kapılarını Türklere açan, bugünkü Türkiye’mizin ilk bânîsi  mücâhid sultan Alparslan’ın babası. Selçuklu Devleti’nin kurucusu Muhammed Tuğrul Bey’in ağabeyi olan Çağrı Bey, 990 (H.380) senesinde doğdu. Künyesi, Ebû Süleyman’dır. O devirde Türkler, çocuklarına bir peygamberin veya bir sahabenin ismini verirlerdi. Buna istinaden Çağrı Bey’e de, Dâvûd aleyhisselâmın ismini vermişlerdi. Bir çok kaynaklarda ismi, sâdece Dâvûd olarak geçmektedir. Kardeşi Muhammed Tuğrul Bey ile Selçuklu Devleti’ni kurduktan sonra, Horasan bölgesinin emirliğini yaptı. 1060 (H.425) senesinde Serahs şehrinde vefât etti.
  Dedeleri Selçuk Bey, Aral gölünün güney ve güney doğusunda yer alan, Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin arasında kalan meşhur ilim ve irfan bölgesi Mâverâünnehr’de, Oğuz Türklerini etrafında toplamış, onların başına geçip Müslüman olmakla şereflenmelerine vesîle olmuştu. Müslüman olan bu Türklerle, Müslüman olmayanlar üzerine gazalar yapıp, Allahü teâlânın dînini yaydı. Bu cihâdlarda oğlu Mikâil Bey şehit oldu. Mikâil Bey’in vefâtıyla oğulları Dâvûd Çağrı Bey ile Muhammed Tuğrul Bey, dedeleri Selçuk Bey’in yanında yetiştiler.

  Selçuk Bey’in vefâtı üzerine de amcaları İsrail Arslan Yabgu’nun emrine girdiler. Yaşadıkları Mâverâünnehr’e Karahanlıların hâkim olması, Selçuklu Türklerinin onlarla karşı karşıya kalmalarına sebeb oldu. Tuğrul Bey’i tutukladılar. Bir baskınla Çağrı Bey, Karahanlıları yenip kardeşini kurtardı. Tuğrul Bey, daha fazla zayiat vermemek için askeriyle çöle çekildi. Çağrı Bey’in de Anadolu üzerine gitmesine karar verildi.

Gayesi Müslüman Türkleri Bir Bayrak Altında Toplamaktı
  Dâvûd Çağrı Bey, azimli, soğukkanlı, son derece cesur, ileri görüşlü, Türk târihinin yetiştirdiği büyük kahramanlardan olup, son derece âdil, dürüst bir insandı. Askerlik sahasında dahî bir komutan, Müslüman Türkleri bir bayrak altında toplamak ve İslâmiyet’e hizmet etmek gayesiyle yanıp tutuşan merhametli bir kimseydi. 1016 senesinde, İslâmiyet’i yaymak, Allahü teâlânın mübarek ismini yüceltmek ve insanların Cehennem ateşinden kurtulmaları için, Mâverâünnehr’den Bizans ülkelerine doğru cihâda çıktı. Horasan bölgesinde yaşayan Türkmenleri de toplamak suretiyle ilerledi. Irak-ı Acem bölgesinden geçip Bizans İmparatorluğuna bağlı Ermeni Vaspuragan ve Ani krallıkları ile Azerbaycan’da pek şiddetli muharebeler yaptı. Beş sene, Ermeni, Hıristiyan, Gürcü ve Rumlarla mücâdele etti. Müslüman olanları kardeş sayıp bağrına bastı, emân dileyene kılıç vurmadı. Pek büyük muvaffakiyetler kazandı. Onların, daha doğuya ve güneye doğru yayılarak Müslümanları rahatsız etmesine engel oldu. Pek çok ganîmetle Mâverâünnehr’e döndü. Bu seferlerinde Dâvûd Bey, Anadolu’nun Müslüman Türklere güzel bir yurt olacağına kanâat getirmişti.
  1025 senesinde Gazne hükümdarı Sultan Mahmûd, ordusu ile Türkistan ve Mâverâünnehr üzerine yürüyerek Selçukluların ve Türkmenlerin reisi olan Arslan Bey’i esir edip, Hindistan’da hapsettirdi. O zaman, Türkmenlerin bir kısmı Gaznelilerin tâbiiyyetine girdiler. Bir kısmı da Dâvûd Çağrı Bey ve Muhammed Tuğrul beylere tâbi oldular. Böylece Dâvûd Bey, Tuğrul Bey ve amcaları Musa Bey, Türkmenlerin emîri oldular. Bu üç lider, ülkelerini dokuz sene rahat ve huzur içinde idare ettiler.

Sultanlığını İlan Etti ve Adına Hutbe Okuttu
   1034’de Buhara ve Harezm emirlerinin baskı yapması sebebiyle, Mâverâünnehr’i terketmek mecburiyetinde kaldılar. Horasan’a gelen Dâvûd Çağrı Bey ile Tuğrul Bey, Gazne hükümdân Mes’ûd’un Horasan valisine müracaat ederek, sürüleri için Sultan’dan yaylak ve kışlak istediler. İstekleri kabul edilmedi. Ayrıca o bölgeden uzaklaştırmak için üzerlerine büyük bir ordu gönderildi. Güçlü Gazne ordusunu Nesa yakınlarında karşılayan Dâvûd ve Tuğrul Beyler, uyguladıkları dahîce bir taktikle bozguna uğrattılar.

  1035 senesindeki Selçuklu ordusunun bu muvaffakiyeti üzerine Gazne hükümdarı Mes’ûd, Dâvûd ve Tuğrul Bey ile müzâkerelere girişti. İsteklerini fazlasıyla verdiği gibi bâzı imtiyazlarda da bulundu. Ancak Oğuz boylarının, ülkesine saldırmasına mâni olmalarını şart koştu. Bunu kabul etmeyen Selçuklu liderleri, yeniden ordu hazırlayıp, Gaznelilerle çarpıştılar. Sultan Mes’ûd’un ordusunu yenerek dağıttılar. Bu gazada Dâvûd Çağrı Bey, Gürcan valisini mağlûb ederek 1037’de Merv şehrini zaptetti. Burada “Melîk-ül-mülk” ünvanı ile hükümdarlığını îlân etti ve adına hutbe okuttu.
  Dâvûd Çağrı Bey’in, sultanlığını îlân edip, adına hutbe okutması, Gazne Sultânı Mes’ûd’un tekrar büyük bir ordu kurup, Selçuklular üzerine yürümesine sebeb oldu. Subaşı kumandasındaki Gazne ordusunu, Serahs şehri yakınlarındaki Talhâb’da karşılayan Çağrı Bey, iki gün süren kanlı bir çarpışmadan sonra hezimete uğrattı. Bu zaferden sonra 1038’de Belh ve Herat şehirleri alındı, Horasan’ın kuzeyi tamâmiyle ele geçti.
  Selçukluların gittikçe karşı konulmaz bir güç hâline geldiğini gören Sultan Mes’ûd, ordularıyla acele yürüyerek Gürcan’ı geri aldı. Belh şehrinden geçerek Karahanlı Börü Tegin’i emri altına almak için Mâverâünnehr’e girdi. Ancak Dâvûd Çağrı Bey’in üzerine geldiğini haber alınca geri döndü. Tuğrul Bey de 1038 Ağustosunda Nişâpûr şehrini ele geçirip sultanlığını îlân etti.
1038 senesinde Sultan Mes’ûd, güçlü bir ordu hazırlayıp Selçukluların üzerine yürüdü. Çağrı Bey’le, Aliâbâd ovasında yaptığı muharebede nisbî bir başarı sağladı. Çağrı Bey, bu savaşta ordusunu fazla zayiat verdirmeden geri çekti. Tuğrul Bey ve Musa Bey’in yardıma yetişmesi üzerine, Sultan Mes’ûd anlaşmak zorunda kaldı.

Selçuklu Devletinin Temelini Attı
  1040 senesi Mayıs ayında Sultan Mes’ûd, bütün gücünü toplayarak Selçuklu topraklarının bir ucundan girip diğer ucundan çıkmak üzere harekete geçti. Dâvûd Çağrı Bey, kardeşi Tuğrul Bey’den ve amcası Musa Bey’den yardım istedi. Onlar, böyle güçlü bir ordu ile başa çıkılamayacağını anlayıp, Anadolu’ya doğru gitmek lâzım geldiğini bildirdiler. Dâvûd Bey’in büyük bir meydan muharebesinde ısrarlı olması karşısında, güçlerini birleştirerek Dandanakan sahrasında karşılaşmak üzere plân kurdular.
   Başkumandan Dâvûd Çağrı Bey, ordusunu Dandanakan’da Gazne ordusunun karşısında intizâma soktu. Kumandanlarına hareket tarzını yeniden hatırlattıktan sonra hücum emrini verdi. Sayı ve silâhça Gazne ordusundan çok az olmalarına rağmen, üstün bir savaş taktiği ile iki günde koskoca Gazne ordusunu mağlûb ettiler. Sultan Mes’ûd canını zor kurtardı. Muharebe meydanına getirdiği bütün hazîneleri Selçuklulara kaldı. Küçük bir ordu ile o dönemin en kuvvetli ordusunu yenen Dâvûd Çağrı Bey, bu zafer ile Selçuklu Devleti’nin temelini atmış oldu.
  Dünyâ makam ve mevkilerini gönlünden çıkaran Dâvûd Çağrı Bey, bir gurur ve kibire kapılma korkusundan, hükümdarlık hakkını kardeşi Muhammed Tuğrul Bey’e verdi. Kendisi ona bağlı bir komutan olarak vazife yapmaya devam etti.
Dandanakan Zaferi Türklere Açık Denizlerin Yolunu Açtı

   Dandanakan meydan muharebesi, Türk târihinde; Malazgird zaferi ve İstanbul’un fethi gibi önemlidir. Asırlardır kapalı kıtalarda dolaşan Oğuz Türkleri, Dandanakan zaferi ile açık denizlere inme imkânı bulmuşlardır. Böylece Selçuklu devleti kurulmuş, Türklerin düzenli bir şekilde yeni bir vatan tutmasına sebeb olunmuştu. Bu bakımdan, Dâvûd Çağrı Bey’in İslâmiyet’e yaptığı hizmet pek büyüktür.
  Dandanakan zaferi ile, pek çok Türkmen beyi Selçuklulara katıldı. Selçuklu sultânı Tuğrul Bey, Horasan bölgesinin idaresini ağabeyi Dâvûd Çağrı Bey’e verip, Gaznelilerin elinde bulunan topraklar üzerinde fütuhata devam etmesini istedi. Amcası Musa Bey’ede Herat, Sistan bölgesinin feth edilmesi vazifesini verdi. Kendisi de ülkenin batı taraflarında faaliyet gösterecekti. Bu plân gereğince hareket eden Dâvûd Çağrı Bey, Dandanakan savaşından önce Gaznelilerin aldığı Belh şehri üzerine yürüdü. Sultan Mes’ûd’un oğlu Mevdûd’un kumandasındaki kuvvetleri yenerek şehri ele geçirdi.

Muhammed Alparalanı Kendine Veliahd Seçti
  Belh’den sonra Cürcan, Badgis, Hutlan ve Tuhâristan bölgelerini hâkimiyeti altına alan Dâvûd Bey, Merv’i hükümet merkezi yaptı. Oğulları; Süleyman, Kara Arslan Kavurd, Muhammed Alparslan, Yâkûtî Osman, Arslan, Argun, İlyas ve Behram Şah ile Horasan’ı idare etmeye, düşmanlar tarafından yapılan saldırılara karşı göğüs germeye başladı. Oğulları arasından, Muhammed Alparslan’ı kendine veliahd seçti.
  Çağrı Bey’in 1044’de hastalanmasını fırsat bilen Gazne sultânı Mevdûd, Belh ve Tuhâristan’ı geri almak üzere harekete geçti. Çağrı Bey, henüz çocuk yaşlarında bulunan veliahdı Alparslan’ı, Sultan Mevdûd’un üzerine gönderdi. Alparslan, Selçuklu ordusunun başına geçip, Belh’e geldi. Müthiş bir meydan savaşı ile Gazne ordusunu bozguna uğrattı. Gaznelileri Belh ve Tuhâristan’dan çıkardı. Oğlunun bu başarısını işiten Dâvûd Çağrı Bey, sevincinden hasta yatağından kalkıp sıhhate kavuştu. Belh, Tuhâristan ve bâzı şehirlerin idaresini Alparslan’a verdi, öteki oğullarını da başka yerlerde vazifelendirdi.
  Bu şekilde Horasan’ın yönetimini nizam altına alan Çağrı Bey, ellerinden çıkmış bulunun Harezm bölgesini yeniden itâati atına aldı. Kıpçak Türkleri ile birleşti. Bu arada Gazne sultânı Mevdûd, Harezm’i ele geçirmek için bâzı Türkistan beyleri ve şiî Büveyhoğulları ile ittifak kurdu. Bunu öğrenen Dâvûd Çağrı Bey, Büveyhoğulları üzerine yürüdü. Bunun üzerine Büveyhoğulları korkarak Gaznelilerle olan ittifaklarından vazgeçtiler.
  Harezm’i almak için yürüyen Mevdûd’un ordusu, Çağrı Bey tarafından hezimete uğratıldı. Bu arada Karahanlılar, durmadan büyüyen Selçukluları kendileri için büyük bir tehlike görerek, bir ordu ile üzerlerine yürüdüler. Çağrı Bey, oğlu Alparslan’ı Karahanlılarla çarpışmak üzere gönderdi. Geleceğin büyük sultânı, Karahanlı ordusunu bir daha Selçuklu topraklarına saldıramayacak şekilde mağlûb etti. Bu zafer neticesinde yapılan andlaşmada Karahanlılar, bundan böyle Selçuklu topraklarına hiç bir zaman hücum etmeyeceklerine söz verdiler.

Bozuk İtikatlı Büveyhoğullarını Ortadan Kaldırdı
  Dâvûd Çağrı Bey, Karahanlılarla yaptığı andlaşmadan sonra, Ehl-i sünnet düşmanı bozuk îtikâdlı Büveyhoğullarına karşı bir ordu hazırladı. Ordunun başına oğlu Kavurd Bey’i geçirerek, Eshâb-ı kiram düşmanı Büveyhîlerin üzerine gönderdi. Bu sırada Büveyhoğulları hükümdarı Ebû Kalicar ölmüştü (1048). Kavurd Bey, ordusu ile, seneler süren uzun çarpışmalardan sonra, Kirman ve Sistan bölgesinde yaşayan bozuk îtikâdlıları temizledi. O bölgeleri hâkimiyetleri altına aldıktan sonra, Musa Bey’in idaresine vererek babasının yanına döndü.
  Gaznelilerle aradaki düşmanlık ve senelerdir sürüp giden harpler, 1059 senesinde Sultan İbrahim’in Gazne hükümdarı olması ile son buldu. Bu iki büyük Türk devletinin andlaşmaları sevinçle karşılandı. Hindikuş dağları iki devlet arasında sınır kabul edilerek, saldırmazlık kararı alındı. Bu andlaşma elli yıl yürürlükte kaldı.
  Sultan Tuğrul Bey’e 1059 senesinde üvey kardeşi İbrahim Yinal isyan etmiş, saltanat dâvasına kalkmıştı. Tuğrul Bey, ağabeyi Dâvûd Çağrı Bey’den yardım istedi. O da oğulları Alparslan ve Kavurd beyleri yardıma gönderdi. Onlar yetişip, ibrahim Yinal’ı mağlûb ettiler, isyanı bastırdılar. Bu, Dâvûd Bey’in, kardeşine son yardımı olmuştu. Bu hâdiseden sonra hastalanan Dâvûd Bey, yetmiş yaşında olduğu hâlde, nice İslâm âlimleri ve velîlerinin yetiştiği Serahs şehrinde 1060 yılında hayâta gözlerini yumdu ve oraya defnedildi.
  Dâvûd Bey, vefâtından önce Türk milletine; İran ve yakın doğu ülkeleri gibi çok geniş bir bölgeyi emânet etmiş; ayrıca İslâmiyet’i üç kıt’ada yayacak, Müslüman Türkleri i’lay-ı kelimetullah için cepheden cepheye koşturacak olan Muhammed Alparslan’ı bırakmıştı.

Türk Sultanları - Uluğ Bey

Astronomi âlimi, Semerkand sultânı. İsmi, Muhammed Taragay bin Muînüddîn Şahruh Bahadır Mirza’dır. Güney Azerbaycan’daki Sultaniyye şehrinde 22 Mart 1394 târihinde doğdu. Timur Han’ın torunudur. Sarayda iyi bir öğrenim gördü. On bir yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arapça’yı mükemmel bir şekilde öğrendi. Bursalı Kâdızâde Rûmî’den ders aldı. Genç yaşında önemli ve ağır sorumluluklar yüklendi.

  1413’te on dokuz yaşında Horasan ve Mâverâünnehr eyâletine hakan nâibi gönderildi. Kendisine başşehir seçtiği Semerkand’da, idarî serbestliğe sâhib, müstakil bir hükümdar gibi hareket etti. Bu görevinde iken babasının verdiği her emri itâatle yerine getirirdi. Ona karşı olan saygı ve bağlılığını belirtmek için Herat’a giderek ziyaret eder, yaptığı ve yapmayı düşündüğü devlet işleriyle ilgili bilgi verir müşaverede bulunurdu. Bu arada eline geçirdiği imkânlardan istifâde ile astronomi ve matematik gibi fen bilimleri üzerinde çalıştı.

Büyük Astronomi Âlimi

  Dünyâ ilim târihinin, zamânına kadar yetiştirdiği en büyük astronomi âlimi olarak şöhret yaptı. Âlimleri korudu. Yumuşak huylu, dâima yeni şeyler araştıran ve öğrenen bir kimse idi. Her zaman ciddî konularla ilgilenir, ilim için gerekli ortamı meydana getirmeye çalışırdı. İlme merakı kadar devlet ve hükümet işlerine de ilgi duyan Uluğ Bey, Semerkand’da otuz sekiz sene hükümdarlık yaptı. İdârî hizmetlerinin yanında ilmî çalışmalara büyük önem verdi ve sarayını bir akademi hâline getirdi. Devrinin meşhur ilim adamlarını topladı ve ortaya attığı meseleleri tartışmalara açtı.

   Sarayı; matematik ve astronomi âlimlerinin olduğu kadar, sanatkâr, şâir ve ediblerin de toplantı yeri idi. Fen alanında araştırmalar yapmak üzere Çin’e heyetler gönderdi. Zamânında başta Semerkand ve Buhârâ olmak üzere; bütün ülke, Türk mîmârisinin en seçkin eserleriyle donatıldı. Bir çok ilim ve hayır müessesesini faaliyete geçirdi. Ayrıca; tarım, ticâret ve ekonomiye büyük önem verdi. Oğlu Abdüllatif tarafından tahttan indirildi. 25 Ekim 1449 Cumartesi günü, eski düşmanlarından Abbâs tarafından kılıçla feci bir şekilde katledildi. Dedesi Timur Han’ın yanına defnedildi.

   Hayatını Türk-İslâm dünyâsı kültür ve medeniyetinin gelişmesi ve yükselmesine vakfeden Uluğ Bey, yalnız Türk-İslâm ilim târihinde değil, dünyâ târihinde de önemli yeri olan bir fen âlimi idi. Bilhassa astronomi ve matematiğe karşı derin bir ilgi ve alâka göstererek, hayâtı boyunca bu ilimlerle meşgul oldu. İlmî araştırma ve incelemeye çok meraklı idi. Hocası Bursalı Kâdızâde Rûmî ve devrinin ünlü astronomi âlimi Gıyâseddîn Cemşid’in; matematik ve bunun uygulama alanı olan astronomi ilminin tetkiki, geliştirilmesi ve bu ilme hizmet vermesi hususunda kendisine çok tesirleri oldu. Daha sonraları Ali Kuşçu da bu ilmî çalışmalara katıldı.

Trigonometride Yeni Buluşlar Yaptı

  Uluğ Bey tarafından Semerkand’da kurdurulan rasathânedeki astronomi çalışmaları, astronominin bugünkü ileri seviyesine gelmesinde şeref payına sahiptir. Astronomi ile ilgili çalışmalarının temelini, matematikteki trigonometrik esaslar teşkil etmektedir. Bu sebepten Uluğ Bey, trigonometri ilmi üzerinde geniş çalışmalar yaptı. Bir derecelik yayın sinüs değerini hesaplamak bu yolda yapılan çalışmaların ilkini teşkil eder. Kendisinden önceki doğu ve batı dünyasındaki tahmînî ve takribî bilgileri bırakıp, ilmî esasları tesbit ederek trigonometride yeni bir araştırma yolu açtı.

En Meşhur Eseri Rasathanesi

  Uluğ Bey’i dünyâya tanıtan, astronomi alanında yaptırdığı eserler oldu. Onun en meşhur eseri Semerkand’da yaptırdığı büyük rasathânedir. Günümüzden yaklaşık altı asır önce yapılan bu rasathânedeki çalışmalar, çağımızın astronomi çalışmalarına hâlâ ışık tutmaktadır. O gün yapılan hesaplar, günümüzün astronomik hesaplarına tıpatıp uymaktadır. 1420 senesinde tamamlanan rasathanenin ilk müdürü Gıyâseddîn Cemşid’dir. Daha sonra Kâdızâde Rûmî, sonra da Ali Kuşçu bu vazifeye getirilmiştir. Rasathâne’nin yer üstündeki kısmı üç katlı idi. Yıldızların yüksekliklerini bulmak için kullanılan rub’u dâire Ayasofya Câmii’nin kubbesi kadardı.

  Uluğ Bey, İlhanlılar zamânında yapılan rasatları yeniden inceledi. Kontrolden geçirdi ve yeni rasatlar yaptı. On iki sene süren bu çalışmasının netîcesini ancak 1437 senesinde alabildi ve kendi adıyla anılan büyük eseri Uluğ Bey Zîci’ni ortaya koydu. Önceki zîclerin eksiklerini tamamlayan bu eser devrin ilmî esaslara dayanan tek cedveli olup, eski zîclerin yanlışlarını düzeltiyor ve yıldızların hareketlerini daha mükemmel gösteriyordu. Eser, bilim târihinde Batlemyüs ve Nasîrüddîn Tûsî’nin hazırladığı zîclerden sonra üçüncü büyük zîc olarak tanınmaktadır.

   Eserde genellikle gökyüzünün güneyinde kalan kırksekiz takım yıldız konu edilmiş ve bu takım yıldızlar içerisinde bulunan 1018 yıldızın koordinatlarını en doğru biçimde tesbit etmiştir. Eser dört bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölüm; farklı kimseler tarafından kullanılan değişik kronolojik sistemleri belirtir. İkinci bölüm; pratik astronomi bilgilerini ihtiva eder. Üçüncü bölüm; dünyâ merkezli kâinat sistemine göre, gök cisimlerinde görülen hareketler ve yerleri ile ilgilidir. Dördüncü bölüm astrolojiden bahseder. Eser 1665 senesinde İngilizce’ye tercüme edilerek Oxford’da basıldı. Fransızca tercümesi 1853’de Farsça metniyle birlikte basıldı. Esere Ali Kuşçu ve torunu Mirim Çelebi tarafından şerhler yapılmıştır.

Arabî Ayların Birinci Gününü Tespitte En Doğru Metodu Buldu

  Herhangi bir Arabî ayın birinci gününün hangi gün olduğunu bulmak için muhtelif usûller vardır. Bunların en sahîhi Uluğ Bey’in bildirdiği usûldür. Bu usûle göre, evvelâ, hicrî senenin birinci ayı olan Muharrem’in birinci günü bulunur. Muharrem ayının birinci gününü bulmak için, bilinen hicrî sene sayısı dâima 210 adedine bölünür. Bu taksimin kalanının birler basamağındaki (en sağındaki) rakam bakîden çıkarılır. Kalan sayı birinci cetvelde, birinci sütunda yâni bakî sayının birler basamağı atılmış hâli sütununda bulunur. Buradan sağa doğru gidilir. Cetvelin birinci satırında yer alan ve bakî sayının birler basamağını gösteren rakamın altındaki sütunda rastlanan sayı, Pazardan itibaren sayılarak Muharremin birinci günü olur. Meselâ 1316 hicrî senesinin Muharrem’inin birinci gününü bulmak için:

1316 56
   ———- = 6 ———- = dur
 210 210

  Bakî (kalan) 56’nın birler basamağındaki 6 rakamı 56’dan çıkarılınca 50 kalır. Birinci sütunda 50’den sağa gidilince 6 rakamına ait sütunda 1 bulunur. Sene başının Pazar olduğu anlaşılır.

  Herhangi bir ayın birinci gününü bulmak için önce bu senenin birinci günü bulunur. İkinci cetvelde, Muharrem hizasındaki, yâni birinci satırdaki sene başı rakamının bulunduğu sütunda, aranılan ay hizasındaki rakam, bu ayın birinci gününün Pazar’dan îtibâren sayısı olur. Meselâ 1316 senesi Ramazan ayının birinci gününü bulalım: Bu senenin başı Pazar günü, yâni haftanın birinci günü olduğu için, ikinci cetvelin birinci satırında 1 rakamının bulunduğu sütunda, Ramazan hizasında 6 bulunduğundan, Ramazanın birinci günü, Pazar’dan îtibâren altıncı Cum’a günüdür.

  Uluğ Bey’in ayrıca Dört Ulus Târihi adlı başka bir eseri olduğu söylenmektedir. Bu eser Moğol İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra kurulan Çin ve Moğolistan, Altınordu, Hülâgu haleflerinin idaresinde olan İran ile Çağatay haleflerinin Orta Asya’daki devletlerinden bahseder. Farsça olan eser, zamanımıza kadar intikâl etmemiştir.

  Uluğ Bey’e, Batı dünyâsı ilim adamları, on beşinci asır astronomu ünvanını vermişlerdir. Ayrıca Milletlerarası Astronomi Derneği tarafından Ay’ın görünen yüzeyinde bir bölgeye Uluğ Bey Krateri adı verilmiştir.

Türk Sultanları - Hüseyin Baykara

 
Tîmûroğulları Devleti’nin Horasan kolunun sultânı ve şâir. ismi, Hüseyin Mirza bin Gıyâseddîn Mansûr bin Emirzâde Baykara bin Ömer Şeyh bin Emir Tîmûr Küregen olup, künyesi Ebü’l Gâzi’dir. 1438 (H. 842) senesi Haziran ayında Herat’ta doğdu. Annesi de Tîmûrlular sülâlesine mensuptu. 1445’de yedi yaşında iken babası öldü. On dört yaşına kadar Devlethane sarayında kaldı. Daha sonra buradan ayrılarak Mirza Ebü’l-Kâsım Bâbür’ün yanına gitti. Bir süre sonra Mirza Bâbür’ün yanından ayrılarak Semerkand sultânı ve akrabası olan Ebû Sa’îd Mirza’nın maiyyetine girdi. Bu sırada Mirza Veys isyan edince Ebû Saîd Mirza, Hüseyin Baykara’nın da dâhil olduğu on üç şehzadeyi hapsettirdi.

   Hüseyin Baykara, annesi Fîrûze Begüm’ün aracılığı ve ricası ile hapisten kurtuldu ve Semerkand’dan ayrılarak Merv hâkimi olan Emirzâde Sencer’in maiyyetine girdi. Bir süre sonra Sencer’in kızı Bike Sultan ile evlendi.

  1470 senesinde Şahruh’un oğlu Baysungur’un torunu Mirza Yadigâr Muhammed’in yerine Horasan tahtına oturdu. Sistan, Belh ve Harezm bölgelerine hâkim oldu. Hüseyin Baykara, saltanat dâvasında bulunanları tamamen ortadan kaldırdıktan sonra merkezi Herat olan büyük bir devlet kurdu. Otuz altı senelik saltanatı süresince hâkim olduğu bölgelerde sulh ve sükûn hüküm sürdü.

  1502 senesinde Özbek hükümdarı Şeybânî Han Bedîüzzaman Mirza’nın idaresindeki Belh şehrini kuşatarak ele geçirdi. Bu durum üzerine Hüseyin Baykara 1506 senesi Mayıs ayında rahatsızlığından dolayı bir hayli yıpranmış olduğu hâlde Herat’ı ele geçirmek için harekete geçen Şeybânî Han’a karşı sefere çıktı. Hüseyin Baykara oğullarından yardım istediyse de gereken alâkayı göstermediler. Sefer gerçekleşmeden hasta olan Hüseyin Baykara, Baba İlâhî köyünde vefât etti. Sağlığında Herat’ta hazırlattığı Kubbe-i Aliyye’ye defnedildi.

İlme ve Âlimlere Çok Değer Verdi

  Hüseyin Baykara, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında idi. Dînin emirlerine uymaya titizlikle riâyet ederdi. Şecaat sahibi ve cesur bir sultan, iyi bir asker ve kumandan idi. Latîfeden hoşlanırdı. Hüseyin Baykara, uzun süren saltanatının ilk yılları çeşitli isyan ve savaşlarla geçmesine rağmen, ilme çok önem vermiş ve kendisi de bu faaliyetlere katılmıştır. Onun zamanında Herat kültür merkezi durumuna geldi ve şöhreti dünyâya yayıldı. Hattâ Uluğ Bey’in ölümü üzerine sönmeye yüz tutan Semerkand medeniyeti, Herat’a kaydı. Zamânında Herat’ta ilim tahsil eden talebe sayısı on iki bine ulaştı.

  Şâir bir hükümdar olan Sultan Baykara’nın Türk dili ve edebiyatında büyük sîmâların yetiştirilmesinde önemli rolü ve hizmeti vardır. Âlim ve şâirleri sarayından eksik etmezdi. Târihte, Baykara Meclisleri olarak zikredilen ilmî toplantılar düzenlerdi. Onun meclislerinde Molla Câmî, Hatifi ve Ali Şîr Nevâî gibi önde gelen İslâm âlimleri ve şâirleri ile meşhur ressam Bihzâd, Tezkire sahibi Devletşah ve hat üstâdı Sultan Ali de bulunurdu.

  Osmanlı tezkirelerinde “İran pâdişâhı, cihan şahlarının şahı, fâzılların görüp gözeticisi, beliğlerin koruyucusu, Acem’in Hüsrev’i” şeklinde zikredilen Sultan Baykara’nın Osmanlı hükümdarı ve muasırı Sultan İkinci Bâyezîd tarafından hatırının sayıldığı da bir gerçektir. Hattâ şâir Behiştî’nin Hüseyin Baykara’nın ricası üzerine ikinci Bâyezîd Han tarafından af edildiğini Osmanlı şuarâ tezkireleri kaydetmektedir.

Türk Dilini ve Kültürünü Himaye Etti

  Sultan Baykara’nın en büyük hizmeti Türk dilini ve kültürünü himaye etmesidir. Zamânında Çağatay Türk Edebiyatı altın devrini yaşamış ve Türkçe’ye olan îtibâr artmıştır. Çağatay Türk Edebiyatının gelişme ve olgunlaşmasında hizmeti büyüktür. Türkçe bir dîvânın sahibi olan Şâir Sultan, şiirlerinde "Hüseynî" mahlasını kullanmış, küçüklükten beri birlikte büyüdükleri çocukluk ve mekteb arkadaşı âlim Ali Şîr Nevâî ile Türkçe’nin devlet ve edebiyat dili olması için çalışmış, Türkçe yazmayı emreden ferman çıkarmıştır. Bununla da kalmayarak, devrinin ağır ve karışık hayâtına rağmen, çeşitli Türk şîve ve ağızlarına âşinâ olarak kendi milletinin edebî zevkini de tatmıştır. Ali Şîr Nevâî onu Türk şîvelerini en iyi bilenler arasında göstermekten zevk duymuştur.

  Şiirlerinde lirizm (akıcılık ve coşturuculuk) hâkimdir. Dîvânındaki gazellerin hepsini remel vezniyle yazmış, böylece Türk edebiyatı içinde ayrı bir hususiyet kazanmıştır. Heyecanlı, çekici ifâdeler, tasvir güzelliği ve canlı bir üslûbu vardır. Türkçe’nin âşıkı olan bu Sultan şâir, yalnız fermanla kalmamış, dîvânı ile de Türkçe’ye hizmetini bilfiil ortaya koymuş, Türkçe’yi çok güzel kullanmış ve şiirlerinde yabancı kelimelere oldukça az yer vermiştir. Hüseyin Baykara saltanatının yükselişine büyük emeği geçen, ilim adamı olduğu kadar, müşavirlik yaparak devlet hizmetinde yer alan ve devrin Türkçe müdafii olan Ali Şîr Nevâî, "Mecâlis-ün-Nefâis" adlı şuarâ tezkiresinin bir bölümünü ona tahsis ederek bu hizmetini takdirle yâdetmiştir.

  Türkçe Dîvânından başka" Mecâlis-ül-Uşşâk" adlı Farsça biyografik bir eserin yazarı olduğu söyleniyorsa da, bu durum şüphelidir. Dîvân’ının, bir çok yazım nüshaları mevcuttur Ayasofya’da bulunan nüshası İsmail Hikmet Ertaylan tarafından faksimile olarak yayınlanmıştır.

Türk Sultanları - Hümâyûn Şah

 
Hindistan’daki Büyük Gürgâniyye Devleti (Babürlüler) hükümdarı. Lakabı Mîrzâ Nâsırüddîn Muhammed’dir. 6 Mart 1508 yılında Kâbil’de doğdu. Gürgâniyye Devleti (1526-1858)nin kurucusu Bâbür Şahın Mâhım Begüm’den doğan büyük oğludur. Hümâyûn Şah, âilesinden aldığı mükemmel terbiye sâyesinde iyi bir asker, âlim ve şâir olarak yetişti. Gençliğinden îtibâren, babasının bütün askerî harekâtına katıldı. Eyâlet vâliliği yaptı.
Bâbür Şah (1526-1530) ın 21 Mayıs 1526 târihinde Hindistan’ın Lûdî Sülâlesine son veren Pânipüt Savaşında Hümâyun Şah en ön safta çarpışıp büyük kahramanlıklar gösterdi. Lûdîlerin yenilip, Gürgâniyye Devletinin kurulmasını sağlayan Pânipüt Zaferi sonrasında, Agra şehrini kuşatıp aldı. Gürgâniyye veliahdı oldu. Babasının sağlığında meydana gelen iç ayaklanmaları bastırdı. 1530 yılında Bâbür Şâhın vefâtıyla Gürgâniyye sultanlığına getirildi.
Hümâyûn Şâh Kâbil, Kandehâr, Gazne, Pencâb taraflarına kardeşi Mîrzâ Kâmrân’ı gönderip, kendisi de Hindistan’ın fethine başladı. Fakat büyük güçlüklerle karşılaştı. Afganistan’da Şîr Han Sûrî’nin idâre ettiği Afgan Beyleri isyânı aleyhine genişledi. Gucerât Seferine çıkıp, Sultan Bahâdır’ı 24 Nisan 1535’te Manhasar Meydan Savaşında yenip, Gücerât’ı fethederek idâresini kardeşi Askari’ye verdi.
1535 târihinden îtibâren Hümâyûn Şahın kardeşleri arasında iç mücâdeleler başladı. Afgan Beylerinden Şîr Han, Sûrî Bihâr ve Bengâl’e saldırdıysa da alamadı. Fakat, Hümâyûn Şah 1539 ve 1540 yıllarında iki defâ ŞîrHana yenildi. 17 Mayıs 1540 Kaneviç Savaşı yenilgisinden sonra İran’a sığındı.
Gürgâniyye Devleti saltanatı, 1540-1554 yılları arasında Delhi Surî Sultanlığına geçti. Hümâyûn Şâh 1554 yılına kadar İran’da Şah Birinci Tahmasb Safevî’nin (1524-1576) yanında kaldı. Şâh Tahmasb, Hümâyûn Şahı Osmanlılara karşı kullanmak ve Şiî îtikâdını kabul ettirmek için çok iyi davrandı. Fakat düşündüklerini yapmada muvaffak olamadı.
Hümâyûn Şah İran’dan aldığı askerle 1554’te Hindistan’a dönüp, Dehli Sûrî Sultanlığının beşinci hükümdârı İskender Şâhı yenip, Dehli ve Agra’yı tekrar ele geçirerek Afgan hâkimiyetine son verdi (1555).
Hümâyûn Şahın ikinci hükümdârlığı fazla sürmedi. Sarayında geçirdiği kaza sonucu 26 Ocak 1556 yılında vefat etti. Yerine oğlu Birinci Celâleddîn Ekber Şâh Gürgâniyye sultanı oldu.
Hümâyûn Şahın Dehli’deki türbesi pek büyük ve muhteşemdir. İyi komutanlık ve hükümdarlığının yanında Türkçe ve Farsça şiirlerinin toplandığı bir Dîvân’ı vardır. İran dönüşünde “Râfizî olmuş!” dedikodusuna çok hiddetlenip verdiği; “Büyük babamın adı Ömer Şeyh idi, başka şey bilmem!” cevâbı, îtikâdının temizliğinin ve dînî bütünlüğünün ispâtıdır.